ben etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ben etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Kasım 2009 Salı

Yarın Saat 9'da Teslim

Acaip bir hırs bürüdü beni. Öyle inanıyorum ki iyi uyuyarak, iyi yiyerek, bol oksijen alıp, fiziksel aktivite yaparak bu işle savaşabileceğime; öyle inanıyorum ki tuzlu su ile gargara ve pansumanın bizi koruyacağına, uzun ve sık sık el yıkamanın virüsleri def edeceğine, sağlıklı beslenirsek, pozitif düşünürsek bu illetin bize uğramayı aklından bile geçirmeyeceğine. Öyle inanıyorum ki hepimizin bağışıklık sisteminin sağlam ve görevde olduğuna...

*

Of.

Ama bir şeye daha inanıyorum:
Bana "kesin ve hemen aşı olmam gerektiği"ni söyleyen doktoruma.

İşte o zaman işler karışıyor...

11 Kasım 2009 Çarşamba

24 Saatte Kişisel Gelişim

24 saat diye bir kural var. Ve evet, bu kural işe yarıyor.

Bir şey sizi öfkelendiriyor diyelim. Hatta öyle öfkelendiriyor ki, en hayvani güdüleriniz harekete geçmek üzere, kükremek istiyorsunuz avaz avaz mesela. Ya da yazmak istiyorsunuz dört nala, içinizi dökmek, yazınızla haykırmak. Kural geliyor aklınıza, 24 saat kuralı. O an tüm mantıksızlığıyla geliyor tabii. Ama yine o an, başka zamanlarda kuralın size gayet mantıklı göründüğünü hatırlıyorsunuz. Yine de renginiz kırmızı, sözcükler parmak ucunuzda. Acı, acı, dizi dizi. Dur diyorsunuz. Dur. Ben bir de 'Dur diyorum, kalp krizi filan geçirirsin, minicik kızına yazık, yapma, sakinleş'.

Nefesss....

Yutuyorsunuz kükreyişleri. Gece kabuslar görüyorsunuz evet, içinizden bin kez söylüyorsunuz söylenmesi gerekenleri. Bağırarak, ağlayarak, rüya ya. Ama sessiz ve gözyaşsız, bu da sizin kuralınız. Sadece dönmekten yoruluyor vücudunuz bir o tarafa, bir bu tarafa. Düşünmekten düğümleniyor beyninizin kıvrımları. Burnunuzdan soluyorsunuz isyanı. Kalbiniz yumrukluyor kırgınlığınızı, hızlı hızlı, pıt pıt pıt pıt. Sabahın rutin 'aynaya gülümseme' faslında tamamen maske suratla kendinize bakıyorsunuz. Maskeniz bile gülümsemiyor aynadaki suretine, o da dürüst çünkü. Hala mutsuzsunuz... 

Ama işte geçtikçe saatler -nasıl oluyorsa- o hayvani dürtülerin renginin silikleşmeye başladığını hissediyorsunuz. Biraz daha ilerledikçe dakikalar, olanlar şekil değiştirip bu sefer -nasıl oluyorsa- gülünçleşmeye başlıyor beyninizde. Dönüşüyor. Saçmalaşıyor. 'Neydi bu şimdi?'leşiyor. Ve en sonunda 'dam üstünde saksağan' moduna giriyor duyduklarınız -ya da okuduklarınız. Ağzınızın sağ köşesinde, yukarıya doğru küçük bir kıvrım şeklini alıyor o yuttuğunuz kükreyiş. Yandan yandan bir gülümseyiş ilişiyor dudaklarınıza. Kafa sallayışınıza iki 'cık, cık' eşlik ediyor bir sağa, bir sola. Manasızlaşıyor bir şeyler işte.

24 saat geçiyor... 

Yazıyorsunuz yine... Bir şeyler, garip şeyler belki ama girmiyorsunuz işte kavgaya, kendinizi savunmanız abes görünüyor manasını yitirmiş olan-bitenler karşısında. Kitap okumak istiyor canınız. Miniğiniz odasında mışıl mışıl uyuyor, yarın yine şarkı söyleyerek uyanacak biliyorsunuz, şükrediyorsunuz varlığına, şükrediyorsunuz huzurla geçirdiğiniz neredeyse iki buçuk yıla...

6 Kasım 2009 Cuma

Yerelması

Bu durum ilginç.

Ben: Etsever, sossever, tuzlusever, tatlısever, çiko ve bilumumlarına aşık, bol tatlı, az sağlıklı bir yeme alışkanlığına sahiptim. Yıl: Evlilik öncesi.

Ben: Salata tutkunu oldum. Yanında salata olmazsa yediğim yemeğe yemek demedim, yemek yemedim. Yıl: Hamilelik dönemi.

Ben: Az et yer, tatsız-tuzsuzu sever, sebzeci ve meyveci bir tip oldum, bir şekilde mutlu da oldum. Yıl: Ada sonrası.

Diyorum, demiştim; çocuklarımızın önündeki en büyük model biziz, bunun için iyiyi/doğruyu seçmemiz gerekiyor hayatımızda. Bu da bize verilen bir şans aslında. "Daha iyi, daha doğru" olma şansı. Teşekkürler çocuklarımıza!

Döneyim konuya: Yerelması.

Ada'ya örnek olacağım ya. Hayatta yemediğim biber dolması artığı biberleri yedim karşısında, yüzümü buruşturmamak için en büyük tiyatroyu oynayarak. Daha yeni katı gıdaya geçtiğimizde en kereviz kokulu seçkileri sundum önüne, adını söylerken fıstıklı çikolata coşkusuyla söyledim. Beğensin diye, o da kereviz tutkunu olsun diye. Tüm yan gözle baktığım sebzelerin adını yan çizmeden, oyunsuz, paldır küldür söyledim; onun için her şey yeni ve her şey güzel diye. Önyargısızlığını kullandım, bilerek ve isteyerek.

Yemek yapılırken peşimde kuyruk olmuş, aç kedi usülü etrafımda dolaşırken, karnıbahar haşlayacaksam çiğ verdim. Sonrasında iş rayından çıktı, salata yapılırken, her çeşit kurusu, tazesi, soğanlara saldırdı, sap sap maydanozlar yedi. Burnumu gözümü cayır cayır yakan her çeşit soğanı, bir demet nergis verirmiş gibi verdim eline.

Sonrasında iş kontrolden çıktı. Şimdilerde katır kutur sarmısak yiyor, afiyetle! Sultan'ın içi kalkıyor, bebek ama o, kokmasın diyor. Kınıyor beni hatta. Koksun diyorum. Ohhhh, missss. Doğal antibiyotikten daha güzel ne kokabilir şu günlerde?

Geneli bu konunun. Biraz detayı ise. Ada'nın 7, 10:30, 12, 3 ve artık 7'ye konuşlanmış yemek saatlerine bir yenisi daha eklendi uzunca süredir. Resmi olarak yani! Saat 5 buçuk: Çiğ sebze saati. Lahana, soğangiller, her çeşit biber -en bayıldığı galiba biberler, karnıbahar ve kerevizin yanına yerelması katıldı bu sefer. Aklıma gelmezdi, getirdi. Karşılıklı çiğ yerelması yedik ana-kız. Mutlu-mesut.


"Turpa benziyor, dii mi anne?" dedi bir de.

Dedi evet!


*Burada parantez, sebzelerimiz bir süredir Pınar'dan, bir turp yedik ki geçen hafta, böylesini görmemiştim; bilmezdim, lokum! Ağzım sulanıyor şu an.*

Biraz da bilgi: Netten öğrendiğim kadarıyla çiğ yerelması hazma iyi gelirmiş, vücudun direncini arttırır, şeker hastalarına iyi gelirmiş. Böbreklerin, pankreasın iyi çalışmasını sağlarmış. Çok az kalori içerir, kabızlığa iyi gelirmiş. Ve ve ve en önemlisi -emziren annelere bu haber: Süt yaparmış yerelması! Bir de afrodizyak etkisi varmış. Zeytinyağlısını yapardık da, bilmediğim bir şey varmış, pişirirken kabuklarını soymaya gerek yokmuş...

Bir varmış, bir yokmuş, bu yazı da burda bitmiş.

2 Kasım 2009 Pazartesi

Start!

Üüüç...

İkiiiii...


Biiiiiiir....


SIFIIIIIIIIR!

24 Ekim 2009 Cumartesi

Minimui ve Saz-Söz

Sorulardan sonra ek bilgi: Adres: www.minimui.com/3.sayı/sayfa 61-67 - Bizim röportaja, Sayfa 2'deki "İçindekiler" kısmında 61. sayfaya tıklayarak ulaşabilirsiniz. Sayfalar alt sağ taraftaki oklara tıklayarak açılıyor.
---

Deniyorum olmuyor. Daha önce kaç kere denemiştim yine olmamıştı. Bloga az uğrar olduğumdan beri, zaten minimal olan internet okur-yazarlığımın iyice yok olmaya başladığını hissediyorum. Kötü...


Neyse konu başka. Konu başlıkta.
Üç ay da rötarla.

Konu Minimui. Minimui'den haberi olmayanın kaldığını sanmıyorum. Ama yine de kendi fikirlerimi geç kalmış da olsa yazmak istiyorum.

Dergiden haberiniz varsa zaten arkasındaki emeğin farkındasınızdır (bin teşekkür emeği geçenlere!). Minimui, renkli, canlı, bebek kokan bir dergi,. Hamilelikten 6 yaşına kadar bir annenin merak edebileceği her konuda kaynak oluşturabilecek eğlenceli bir bilgi bankası. Hem annelerin deneyimlerine -özellikle video röportajları çok güzel- birinci ağızdan yer veren, hem alanında uzman kişilerin fikirlerini okurlarına ulaştıran, son derece keyifle okunan, bol sayfalı bir digital dergi. Banner'ını en az 3-4 deneme yapıp, bir türlü yan tarafa kaydedemediğim bir dergi... Hala beceremediğim... Yine beceremediğim... Neden beceremediğim??

*

Üçüncü sayısının birkaç sayfasında da biz varız. Sazlı-sözlü hem de.
Saz Ada'dan, söz benden.

Harika fotoğraflar da Ayça'dan tabii...

18 Ekim 2009 Pazar

Ne Zaman?

Çok yazmak istiyorum. Ama yazacak o rahat zamanı bulamıyorum. Ada evde pür enerji, bilgisayarın kapağını açmak bile artık bir hayal. Bu arada çok şeyler oluyor bitiyor, kaydedemiyorum, unutuluyor. Böyle olmaması gerek. Üzülüyorum. Ciddi bir derlenip toparlanmaya ihtiyacım var. Yapılan güzel şeylerin eskimemesi gerek...

Şimdi öğrencim gelecek, hatta biraz geç kaldı.
Ders bitecek, Ada'yla babası gelecek, e özlem her sorumluluktan ağır.
Kalbim ona gidecek.

Ama bu yazma açlığı çok ağır gelmeye başladı. Bir zaman sonra tutamayacağım, planlı ya da plansız, dökülecek kelimeler pıtır pıtır. Biliyorum.

Ama işte ne zaman? Ne zaman?

7 Ekim 2009 Çarşamba

Saat

Doktor randevum vardı. İyiyim. Bomba gibiyim.
Saatli bomba, haha...
Tik tak tik tak.

Saatimi seviyorum!

14 Eylül 2009 Pazartesi

Büyükada'da Müzik, Dergide Büyükada

Travel&Leisure Dergisi Eylül 2009 sayısını okudunuz mu?


* Dergideki güzel yazının yazarı Zeynep Erekli, fotoğrafı ise Erbil Balta çekti. Büyükada Salon Resitalleri'mizi derginin Büyükada Dosyası kapsamında değerlendirmeyi düşündükleri için bir de burdan kendilerine teşekkür ediyorum.

Sabah, Öğlen, Akşam

Sabah harikaydı. Yepyeni miniklerle tanıştım, ve güleryüzlü annelerle. Dans etmek iyi geliyor bana, en klasiğinden söyleyeyim, "birlikte müzik yapmak" iyileştiriyor beni. Mutlandırıyor.

**

Beynimde müzikler dönüyor. Hepsi birbirine karışmış durumda. Music Together'ın yeni şarkıları, deneme derslerinde söylediğimiz eskileriyle karışıyor; kendi çaldığım eserler, öğrencilerime verdiğim ödevlerle; Ada'nın favori şarkıları, babasının favori Afrika şarkılarıyla birlikte tınlıyor kulağımda. Tüm bunlar olurken, telefonlar çalıyor, kapılar çalıyor, Ada mız mız mız yapıyor, Sultan elektrikli süpürgeyle vız vız vızzzz yapıyor.

Gerçek tatil yaşayamadan asıldım işlere. Her koldan. Ev işi, miniğin işleri, müzik işleri, öğrenciler, özel işler, özel ötesi işler... Bundan dolayı mı bu erken gün ortası yorgunluğu? Bu gün ortası yoğunluğu?

**

Bugünün sorumluluklarını bitirdim. Basket maçı seyrediyorum. Heyecanlı ve hızlı. Ama takip edemiyorum. Çünkü beynimin hızını onun hızına indiremiyorum! Düşünebiliyor musunuz? 12 Dev Adam'ın hızı yavaş geliyor. Beynim dönüyor. Duramıyorum. Yorgunluk mudur bunun adı, yoksa adrenalinim mi fazlalaştı n'oluyor, bilemiyorum. Ama "kaptırdım gidiyorum"...

6 Eylül 2009 Pazar

Vanilyalı Dondurma

Tüller uçuşuyor. Kapılar çarpıyor ardarda. Rüzgaaaar...
Hava serin. Yağmur geliyor diyor gazeteler.
Bloglarda eve dönmekten memnun, sonbahar kokusunun takibinde anneler...

*

Dışındayım bu sahnelerin. Panik halindeyim kıvrım kıvrım. İtiraf etmem gerekiyor:

Ben tatil yapmadım.
Tekrar ediyorum "ben...tatil...yapmadım" Vurgulu okuyun. Bir zahmet n'olur.

İki tepkiyi duyar gibiyim: "Hangimiz tatil yaptık ki?!" ve "Yaptın ya tatil!!"

İkisine de cevabım hazır. İşte: Bana göre denize ayağını sokmuş herkes tatil yapmış sayılır. (ona bile razıyım yani) ve. Ben denize ayağımı sokmadım. Sokamadım. Deniz yoktu.

Ankara'daydım. Remember? Well... I remember.
(Neden İnglizce? Kafa bulanıklığı. Yorgunluk sersemliği. Kayıtsız ruh hali olsa gerek).

*

Yani evet yana yakıla Ankara'ya gittim. Geçen senenin hayata dönüş coşkusunu yaşadığım hareketsiz saatlerinde, yaşatılan konfor ve şefkat (annem, annem, canım annem) bana bir yanılsama yaşatmış anlaşılan tüm kış diliminde. Hayal edip durmuşum Ankara'yı, yazlık mekan niyetine. An-ka-ra'yı!!!

Üzgünüm Ankara, hatlar kesildi. İlişkimiz burada bitti. Kışa yakışıyorsun ama yaza asla. Baharda parlıyorsun lezzet-muhabbet ama sıcakta mat ve soğuksun! Yo saçmalamıyorum.

Anlatayım: Sıcakta Ankara soğuk! Böyle bir durum. Güneş yakıyor, gölgede donuyorsun. Bikini giyip havuzda salınıyorsun bir çalım, sonra parmak ucunu soğuktan suya sokamıyorsun. Öğlen pişip bahçede yemek yiyemiyorsun bir keyif. Akşam oldu da bir heyecan dışarda bir şeyler içmeye kalksan, çenen takırdıyor soğuktan.

Offf...

Biraz düşündükten sonra... Bir itiraf daha sırada (boynu bükük ruh hali geldi yine): Galiba suç Ankara'da değil, deli dolu olmayan ruhumda. Beni dürtmeyen ümit bağladıklarımda. Kafamdaki bin tilkide, çabada, kararsızlıkta. Ertelemelere izin veren mantıksız mantığımda. Kemik kemik sorumluluklarımda.

Geçti yaz. Eh bravo. Tüller uçuşuyor. Kapılar çarpıyor ardarda. Rüzgaaar...
Düşün Yapıncak. Az düşündün, biraz daha düşün.
Belki bir gün gidersin tatile...

28 Mayıs 2009 Perşembe

Büyükada Salon Resitalleri

Dört gün önce -doğumgünümden bir gün önce!- Büyükada Salon Resitalleri 'nin ikinci yılının ilk konserini verdik.


Çellist arkadaşım Jülide Canca Eke ile mekana uygun, klasik müzik tarihinin en güzel melodilerinden oluşan bir program seçmiştik. Pazar sabahı bizi korkutan serin havanın sonrasında; kuş sesleri eşliğinde, tenimizi hafif hafif okşayan ılık rüzgarla birlikte çaldık. Çok da keyif aldık.


Gelen, gelebilen herkese teşekkürler! Arzu ettiğimiz tüm dostlarımızı davet edemedik. Ama mekan ancak 60-70 kişi alabildiği için, ilk konserimizde önceliği Büyükada'lı büyüklerimize verelim dedik.


Güzel haber, konserlerimiz devam edecek. Sırada bir solo resital, iki de şan resitali var. İlerde de bir dört el konserimiz olacak.

**
Sevmeye başlıyorum adayı. En çok da Ada sevdiği için. Sonra güzel piyanoma kavuştuğum ve geceyarılarına kadar -hatta neredeyse sabaha kadar- kaygısızca çalışabildiğim için. Biraz doğa kokladığım, biraz toprak koktuğum, hatta denizini sevme ihtimalim olduğu için...

Alışacağım, alışıyorum.

1 Mart 2009 Pazar

Kışşş-t

Eli soğuk olanın kalbi sıcak olurmuş.

Yalan!

Kalbim bile donuyor soğuk havalarda. Soğuk alerjim bir yana -ki resmi adı "Raynaud Fenomeni"dir ve aman nasıl bir fenomendir; sıcak kahve elde, yün çorap ayakta, yüz şömineye dönük, popo kaloriferde de olsa... Olmuyor.

Kış benim bünyeme uymuyor.

Takvim 1 Mart'ı gösterdi bugün. Ne mutluluk!
Kalbim titrese de soğuktan, ellerim donsa da hissiz ve beyaz; takvimde bahar ayındayız.
Hem kuşlar da başka ötüyordu bugün, güneş de tamam cılızdı ama başka türlü parlıyordu. Tersini söyleyebilir miyiz? Peki hava? Havayı koklayan var mı? Offf, of ki ne of.

Yaa... Bahar geliyor. Küçük adımlarla da olsa. Yol göründü kış sana!

Kışşşşş-t!
Duydun mu?
Hadi bakalım, uzaaa.

28 Şubat 2009 Cumartesi

Bazen de Hüzün

Adetimdir. Gece 00:00'ı gördüğümde uyku faslına girişirim. Hayatla başa çıkma yollarımdan biri. Geç yatarsam, az uyursam ekşi bir başağrısı musallat olur ertesi gün. Garip garip, ağır ağır kurcalar beynimi. Sevmem.

*

Bakıyorum da saate şimdi; geçmiş geceyarısını, kaçırmışım dört sıfırı. Herkes uykuda, mışıl. Ben mahmur, yorgun, beynimde düşünceler. Ağır.

Radyoda "Gece ve Müzik". Uzun süredir dinlemiyordum. Radyo 3, ortaokul yıllarımdan beri değişmeyen jingle. Yumuşak yumuşak bir müzik. Hem de ne yumuşak, geçmişten mi geliyor ne? Sanki evlenmemiş gibiyim, sanki bebeğim uyumuyor içerde. Sanki ertesi günün koşuşturmacası yokmuş ve de. Sanki... Boş ve zaman zenginiyim.

Oturup sallananıma keyif yapmak istiyorum, bulanık düşüncelere teslim, mazoşistce keyif almak istiyorum gecenin hüznünden...

Kendi kendime konuşuyorum.
- Kapa gözlerini.
- Kapadım.

Başımı sallıyorum sessiz şarkının ritmiyle, hafifçe, rüzgarda sallanan yaprak misali.

30 Ocak 2009 Cuma

Çılgın Bebek

İlk kez piyango kazanınca insan, şımarıp kendine bir kıyak çekmek istiyor. Aşağıdaki deli kız, kendime uygun gördüğüm yılbaşı hediyemdi. Çok hızlı bir şekilde -yanında bir de sürpriz bonus'la- kapıma geldi çılgın bebek.


Burayı tıklarsanız, çizgilerden el emeği oyuncaklara dönüşmüş çılgın sayfaya ulaşabilirsiniz.

3 Ocak 2009 Cumartesi

Piyango Heyooo

Yaşasın!
200 TL kazandım!!
...sandım;
çeyrek bilet almışım,
50 TL'ye kaldım.

İlk defa piyangodan bir şey kazandım. Milyonlar kazanmış gibi, sevinçten hop hopladım, zıp zıpladım. Ve kendime bir hediye aldım! -19 derecede dışarı çıkmak macera, hediyemi internetten buldum, ordan ısmarladım.

Duma duma dum, kırmızı mum.
Heyoooo

28 Aralık 2008 Pazar

...Kabaca

Ne yıldı ama?
Pöh...

Anne öbür tarafa gitti, geldi.
Ada boyca iki kat, kiloca beş kat büyüdü. Dünyaya sağlam adımlarla basmaya -ve sesini duyurmaya- başladı.
Baba çalışkan ve sessizdi.

Her sene derin düşüncelere daldığım, geçmişin "muhakemesini yapıp", geleceğe ait dileklerimin, hayallerimin peşine düştüğüm bir zaman bu zaman.
Nedendir bilinmez, bu sene düşünmek istemiyorum. Neden düşünmek istemediğimi düşünmek de istemiyorum.

Mutsuz değilim, yo. İlginç bir dinginlik var içimde.
Kızıma sarılmak istiyorum.
"Var" olmak istiyorum sadece.

Önce sağlık sonra huzur diyorum.

15 Aralık 2008 Pazartesi

Güne Dair Birkaç Not

Ali Abi'nin kritik durumu devam ediyor ama daha umutluyuz. Ben inanıyorum!

Ada...artık fıkır fıkır, hareketli, meraklı ve çook enerjik bir kız. Karakteri iyice netleşiyor; şaşırıyor, yoruluyoruz!

Ben. Fark ettim ki boş günler iyi gelmiyor bana, hedefsiz, çalışmasız hayat yorgun yapıyor beni. Garip ama gerçek. Bu hep böyleydi, yine öyle. Meşgale gerek, meşgale. Üç gündür bir başağrım var, her zamankinden farklı, muhtemelen tansiyon bişeysi. Evdeysem yataktayım, Ada'nın uyanık olduğu vakitler tüm gücümü ona vereyim istiyorum ama sonra darmadağın oluyorum. O ise en tatlı zamanlarında, her gün yeni bir kelime, yeni bir "cilve". Yazacak çok şey var. Toparlayacak kafa yok.

Olacak.

Bir de annemleri çok özledim bu sefer, öyle böyle değil...

5 Aralık 2008 Cuma

Konserimize Bekliyoruz!


Tarih: 6 Aralık 2008 Cumartesi
Yer: Kırım Kilisesi (Anglikan Kilisesi)
Adres: Serdar Ekrem sok. Beyoğlu (Tünel'de Alman Lisesi'nin komşusu)

3 Aralık 2008 Çarşamba

Kim Dum

Baktım ki, kızımın blogunu boşluyorum, günler geçiyor, kaydedemiyorum, üzüldüm...

Şu gönderime tek bir yorum gelmeyince düşünmeye başladım -aylardır yorum almayan tek yazım buydu! Düşündürücü olan, blog dostlarımın hayatımı nasıl değiştirdiklerinden, bana nasıl destek olduklarından, blog tutmanın güzelliklerinden de bahsettiğim bir yazı idi bu, gerçekten içten yazılanlardan biri.

Bunun üzerine o ara yazmak hakkında, yazının hayatımdaki, hayatımızdaki yeri, blog tutmanın anlamı, nedeni, niçini; bana verdikleri, benden aldıkları hakkında çok kafa yordum. Sonuç olarak... biraz ara vereyim dedim. Kendimi başka şekilde ifade edebilirdim sonuçta, resim yaparak mesela. Ya da ciltli, kilitli defterlerime dönebilirdim pekala, Adakız'la geçen hayatımızın notlarını orda saklayabilirdim -ki evet böyle bir defterim de var. Adakızım ise, bilmiyorum, belki okurdu, belki okumazdı büyüyünce.

Bunu da yazdım. Yazmamak belki daha iyi olacak dedim. Gel gör ki, o günkü ziyaretçi sayım bu sayfanın görüdüğü rekorlardan biri idi ve... sadece bir kişi "yazmaya devam et Yapıncak" dedi! İki "blog dostum" da aradı, sordu, sağolsunlar.

*
Neyi fark ettim? Yazmayınca yazmıyor insan, gerçekten. Kızımla geçirdiğim anlar uçuşur oluyor. Korkuyorum.

Yazmayınca unutuyor insan, unutunca hafızasız kalıyor. Tadı kaçıyor...

Tadımın kaçması mutsuz ediyor beni. Mutsuz olmak istemiyorum.

27 Kasım 2008 Perşembe

Adsız

Büyüklere "blog" diyorum, "günlük demek, internet günlüğü." İyi de, hangimiz bırakmıştır ki günlüğünü apaçık vaziyette diyelim salonun ortasında? Kaldı ki bu salon kalabalık, yüzlerce kişi girip çıkıyor, evirip çeviriyor sayfaları.

Yaz, yaz, sil.

Düşün, düşün, kaç.

Zonk, zonk, ilaç.

Kafam karışık... Belki de biraz yazmaya ara vermek gerekiyor.