ben etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ben etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ocak 2011 Perşembe

Müzikle Tazeleniyoruz



Birkaç gündür harıl harıl çalışıyorum. Music Together yeni dönemimiz başlıyor, kolay değil. Yeni yıl, yeni dilekler; yeni şarkılar, yeni müzikler.

Tazelenme...

Zaman su gibi akıp gidiyor. Bu yedinci dönemimiz olacak, inanılır gibi değil! Bebekliklerine şahit olduğum bir sürü miniğin artık birer çocuk olduğunu görüyorum. Bazıları hatta piyanist olma yolunda ilk adımlarını attılar. Çok mutluyum...

İki dönem arası üç hafta tatil fazla geldi. O canlılık, müziğin dokunuşuyla değişen ruh halleri, cıvıltılar her zaman olmalı. Müzik hiç durmamalı.

Baharı şarkılarımızla getirelim, bloglarımıza müzikle bereket getirelim; daha çok yazalım, daha çok çizelim. Daha çok yaşayıp, daha çok gülelim.

Moral dolu bir yazı oldu bu. Müziğin sihri herhalde. Düşününce bile serotonin salgılıyorum :)

27 Aralık 2010 Pazartesi

İyiyiz Hoşuz

Öncelikle,
İyiyim.

Yine kablodan, kordondan girip, üstüne suspus olmam düpedüz ayıp bir olay. Farkındayım. Kontrollerim vardı. Benim yaramaz kalbim, malum... Bir durdu, bir vurdu, hayatımın tuzu biberi oldu geçen günlerde. (Yok, yok, kafiyeden öyle dedim, yoksa çok da vurdulu, kırdılı bir aksiyon olmadı).

Yine.

Tuz biber iyidir, yaşamın önemini idrak ettirir.
Ettim mi? Ettim. Bu konuyu burda kestim mi? E tamam kestim.

*
Yolculuklardaydık yine. Nefes alma, özlem giderme yolculukları. Ankara-İstanbul yolları. Partiler, partiler, düğünler, yemekler... Ordan oraya savrulduk, dans ettik, yorulduk, enerji dolduk, uykumuzdan olduk. İyi geldi. Ada'ya da iyi geldi. Pistte durmaksızın dans eden özgür çocuk modelinde bir çocuk artık Ada. Hani benim eskiden en 'sinir olduğum', şimdi en 'şirin bulduğum model'! Annelik tuhaf şey.

Pek güzel ilk partimiz Ceyda'daydı geçen hafta. Baba tarafı tüm aile, kuzenlerle mesut Ada. Boncuk-ışık harika ağaç, hediyeler, maskeler, mamalar, boğuşmalar... Sonra koşa koşa Ankara'ya döndük, Ceylan'ımızın düğünü, Ada'nın peşinde ablalar, ablaların peşinde Ada ve tabii pistte Ada, uyumayan Ada, mutlu Ada... Sonra da bizim evdeki parti, fazla nüfuslu parti, annemin 70 kişilik klasiği! Çılgın parti, çekilişli, hediyeli, müzikli, danslı, gürültülü ve boool yemekli parti.

Yorgunum. Gerçekten. Sırf geçen hafta 3 kere Ankara-İstanbul yapmışım otobüs, tren. Okumak istiyorum bol bol, bir de yazmak. Aslında bu aralar, iki arada bir derede de olsa, hem okuyorum, hem yazıyorum. Tekdüze hayatımın renklerini kitaplarda buluyorum. Yeni yazarlarla tanışıp heyecanlanıyorum. Başka şeyler de yapıyorum kaçarken, kovalarken: Yeni bir program hazırlıyorum, pre-piano. Bir de güzel isim buldum: piyanomini -beğendiniz mi? 3-5 yaş çocuklar için oyunlu, bireysel ders öncesi piyano hazırlık programı. Music Together'ın bir nevi devamı, Music Together eksi anne-baba, eşittir bir piyano, bir öğretmen ve 2-3 arkadaş. Güzel olacak...

Böyle geçiyor günler işte. Yıl bitiyor, yazısız kalmak olmazdı. Yine yazarım ama bilmiyorum ne zaman. Yakında fotoğraflar eklenecek, söz.

23 Kasım 2010 Salı

Serbest Kürsümsü

Oramdan buramdan kordonlar sarkıyor yine, pantolonuma iliştirilmiş eski walkman kılıklı 'cihaz'la çok coolum, çok. Arada 'bip'liyorum. Bu bipler, elektrodların tene temasta sorun yaşadıklarında verdikleri sinyalmiş. Cumaya kadar böyleyim. Olsun. Kablolarımı, kordonlarımı seviyorum. Şimdilik yani. Daha doğrusu, pozitivite seansındayım 24 saat -onlar da beni sevsin diye tabii, danışıklı dövüş. Mecbur, n'apacaksın?

Ne mi yapacağım? Salı bugün. Tatil!

Salı babaanne günü. Ada için tam gün aktivite demek. Artık bugün at mı olur, lunapark mı; evde yastık-çadır mı, elişi partisi mi; dışarda tren gezisi mi, çarşı-pazar mı bilmem.


Benim için ise bugün, sessizlik demek.
Salıları sessizlik alıyor, sessizliğin bıraktığı huzur da bana kalıyor. Oh!

Amaa... Akşama doğru huzuru kemirmeye başlıyorum beklenmedik. Fazla geliyor bir noktada. Sessizliğiyle beni sarmalayan o pembe huzurdan sıyrılıp, hayatımın fosforlu neşesini kucaklamak istiyorum karşılığında. Gürültüye aş eriyorum kıvıl kıvıl.

Gün uzuyor. Miniğimi özlüyorum.

*
Ama şimdi, sessizlik, evet evet. Kahve eşliğinde -ve de wgbh tabii. Sessizlik dediysek, renksizlik demedik öyle ya? Müzik ve kahve, kitapsız öksüz. Sevgili Arsız Ölüm'ü okuyorum, son birkaç sayfa. Salı'ları kitap kulübü günüm. Bundan sonra Kürk Mantolu Madonna...

Cahil hissediyorum kendimi feci halde. Edebiyatla ne zaman, nasıl yolları ayırdığımın cevabını arıyorum. Tonla mesleki, sayısız sanat, tek tük bilim, üç-beş kişisel gelişim, onlarca da anne-bebek kitabı raflarımda. Edebiyat? Eski günlerimde. Ayda yılda okuduğum üç-beş taneleri saymazsam tabii. Rezalet! Resmen. Bilkent günlerimi hatırlıyorum, kütüphaneyi sömürdüğüm, bir yazara tutulup, tüm kitaplarını gece-gece bitirmeden, yenisini keşfetmediğim günleri. Bilkent'te geçirdiğim onca yılın en büyük karı, o kütüphane idi. Neyse.

Eksiklikler insanda ağırlık yaratıyor.
Şimdi işte, çok ağır kitaplarım var beni bekleyen, sıra sıra...

*
İnsanın kendine dönmesi güzel. Kuzucuğum okula başladığında fark ettim ben de, 'o'ndan başka/bağımsız bir 'ben' olduğunu. Canım kızım, artık sen de kendi başına bir bireysin. Arkadaşlarınla, oyunlarınla, seçimlerinle, zevklerinle. Ben olmayan bir sen. Öyle heyecan veriyor ki seni izlemek. Her yeni gün, bende daha fazla merak uyandırıyor. Şimdi sırada ne var diye bekliyorum.


Ne mutlu bana ki, duygularını ifade edebiliyorsun. Ne şanslıyım ki, sevgini gösterebiliyorsun. Görüyorum ki, adalet ve özveri gibi senin için bulanık olabilecek bazı kavramların pekala da farkındasın. Her gün yeni bir sen yaşıyorum bebeğim. Adakızım, cankuşum. Büyüyorsun, farkında mısın? Farkındasın, farkındasııın...

28 Ekim 2010 Perşembe

Uyku Hali

Tuhaf bir saat. Evin içinde sükunet; alışık olmadığım ses. Sesinden değil de, yoğunluğundan.
Bu evdeki sessizlik hep gürültü gibi geliyor bana.

*
Dışarda yağmur damlaları, kurşun gibi kuvvetli çarpıyor oraya buraya. İçim ürperiyor ama bir yandan da güzel geliyor: Ev sıcak...

Ada sıkkın, ağlak, ne istediği muğlak. Ben bitkin, yorgun, enerjisi solgun.
Şiir gibi. Ama değil.
Geç saat bende kafiye yaratıyor. Elimde değil.

*
Aslında bu postun gideceği adres belliydi de, beceremedim. Gecenin sarhoşluğundayım.
Sabaha kadar oturmak lazım. Herkes uyuyor ya, ağlayan, ıhlayan kız rüyalarda ya; göz kırpmadan, kıpırdamadan, bir koltuğa kurulup ayak uzatmak lazım.
Kafa dinlemek, kulak dinlendirmek lazım.

Falan filan yani. Aslında gidip uyumak lazım.
Ne yazmak istediklerimi yazabildim, ne Ceyda'nın son çektiği fotoları serpiştirebildim. Yuh olsun bana.

İyi geceler sayın seyirciler.

12 Ekim 2010 Salı

Tonlama

Ayakları kocaman oldu. İnanılır gibi değil.
Dili de öyle. Kendinden büyük, bazen de haddinden büyük laflar ediyor.

Son birkaç gündür şöyle bir diyalog geçiyor aramızda. Sınırlarımı zorluyor, zorluyor, binbir çeşit çözüm önerim tükendiği anda, dolayısıyla da suların negatif duyguların ağırlığıyla durulduğu anda, yanıma sokuluyor, bacağıma sarılıyor, ya da benden ona sarılmamı istiyor ve patlatıyor:

"Üzülme anne, ben seni seviyorum."
Vurguları tuhaf yerlere koyarak.

Öyle soru işaretleri doğuran bir tonlamayla söylüyor ki, ilgiye ihtiyacı olan o mu, sevgiye ihtiyacı olan ben miyim, karışıyor.

Kafamı karıştırıyor...
Diyalog gerçekleşmiyor.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Yuvarlanmaca

İşaretledikçe rahatlıyor, işaretledikçe hafifliyorum. Bana disiplin iyi geliyor ama belirlediğim günlük programım aksarsa şayet, çalkalanıyorum. Olmuyor. Hayatın arkasından koşturmaya başlamış buluyorum kendimi biraz sonrasında. Yorulmaya başlıyor, geriliyorum.

Tıpkı Ada gibi.

Uykusuna, yemeğine, aktivitesine müdahale yoksa, keyif keka. Şayet doğaçlama bir olay gerçekleşiyorsa, vay halimize... Okuldan uyku saatinin ortasında çıkıyor mesela. O uykunun cazibesinin çekimi ile harap bitap eve koşuyor. Şanslıysa yakalıyor ucundan. Ama uyku bu, hem de "okul-sonrası" uyku, annelerin uyandıramayacağı pembelikte. Uzuyor da uzuyor. Gece yatış saati de beklendik bir şekilde kayıyor da kayıyor.

Sonucunda onun ruhu, benim gözler-kaşlar da kaymaya başlıyor. Sabırlar taşıyor. İnsanız ya.

Ama olmuyor. Olmamalı.
Ama kontrol nereye kadar? Olmalı mı?

*
Üç yıl Tracy'nin de büyük yardımıyla düzen torpilli yaşadık, kolayından. Hem de ne kolayından! Ama hayat çağlaya çağlaya geliyor üstümüze, girdaplara giriyor, çıkıyoruz artık çaresiz. Düzen takipçisi rolümüz, manevracı
bir role dönüştü son zamanlarda. Hayat geliyor, biz iki kıvrım hareket yapıyoruz, kurtulduk kurtulduk; yoksa kriz.

*
Yeni bir dönemdeyiz. Ve bakıyorum da yavaştan öğreniyoruz. Artık hayatı yönetmiyor, hayata adapte oluyoruz. Hissediyorum, eğlenceli bile olabilir.

Göreceğiz... Kutlu olsun.


8 Ekim 2010 Cuma

Kızım Babaannesindeyken...

Bugün bir günah işledim. Sinemaya gittim, tek başıma hem de. Öyle utandım ki yaptığımdan, kimseciklere söyleyemedim.

7 Ekim 2010 Perşembe

İki Hatıra

Madem ki bu sefer açmışım caz radyosunu Chopin üstüne, madem ki nefes alıyorum bir kahve, bir kaçamak çikolatayla; madem ki, Adakızım ağır/bitap uykularda sıcacık ayaklarıyla, madem ki öksürmüyor hatta bugünkü kıyafetsiz yaşam protestosu üzerine; işe yarayayım dedim iki hatıra... Fotoğraflar Ceyda'dan bittabi.

6 Ekim 2010 Çarşamba

İlaç

Annem doğru bir laf etti bugün: "Fazla içli dışlı oldunuz."

Feci bir gündü... Ada resmen yaramazlığı aşan davranışlarda bulundu. Bile-isteye; sınırlarımı merak ediyor, beni zorluyor; bir nevi oyun. Ve ben bir insanım!

Ne yapacağımı şaşırıyorum böyle durumlarda. Bugün bir de tatil günüm, öğrencim de yoktu, onun da okulu yoktu. Sürekli ve de es'siz bir biçimde "içli-dışlı"ydık, doğru. Uyumadı bir kere! Ne o alışık bu duruma, ne ben. Sırtımdaydı, sinirlerimin ucunda. Tüm zekice manevralarda. Çalkalandık.

Yoruldum.
Üzüldüm.
Kızdım hatta.

Tükendim özette...

*

Şu an pek şanlı Chopin Yarışması'nı dinliyorum yatakta. Şaka gibi değil mi? Online. Naklen. Hepsi çaldığım eserler, her notada kalbimde heyecan.

Zor güne ne kapanış. İlaç gibi geldi, ilaç...

24 Eylül 2010 Cuma

Rudi'nin Veda Konseri

Yarın kontrtenor arkadaşım Rudi Romeri ile birlikte Beyoğlu Kırım Kilisesi'nde (Alman Lisesi arkası) saat 19:30'da konserimiz var. Pek keyifli repertuar, pek harika mekan... Herkesi bekliyoruz.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Kendi Kendime Kekelemece

Ben anladım. Benim yazamama sebebim, fotoğraf yüklemedeki sınırlılıklarım. Yazmayı özledim of, ama öyle güzel fotolar birikti ki. Hem buraya koymazsam hırsızlar göz koyuyor bilgisayarıma, satamadan da getirmiyorlar tabii. E n'apacağım o zaman? Mevsimler de geçiyor of.

Uzuuun bir vakti bloguma ayıracağım. Değmez mi? Değer. Ada'cığımın çünkü bu blog.

*
Kendi kendime konuştum. Biraz lahana turşusu modunda oldu galiba.

4 Haziran 2010 Cuma

Galata Festivali'nde Son Dakika Konseri

Bu akşam çalıyoruz, söylüyoruz. Bekleriz.


Rudi Romeri, kontrtenor
Yapıncak Okyar, piyano

Galata Derneği, Galata Kulesi sok. no.21
(Galata Kulesi arkası)
Saat: 19:30
Giriş serbest.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Madde Madde Foto Foto

Ne kadar uzun süredir yazmamışım... Her gece aklımdan yazıyorum bir post aslında. Garip dönemlerdeyiz yine. Özet geçmek gerek artık ama geçilecek özet yok, öyle güzel ve yoğun hikayeler yaşıyoruz ki bu aralar. Yine de kaybetmemek adına başlayayım madde madde:

1) Her anı bin cümleye bedel harika bir 23 Nisan geçirdik. Ben susayım resimler anlatsın:





Fotoğraf: Ayça Oğuş

Erin'le Ada garip bir huzurlu ilişki içindeler. Kızım o gün de ergenliğin en sancılı dönemlerini yaşıyor kadar sinirli ve huysuzdu. Öyle böyle değil ama... Ama Erin'in tüm o huysuzlukları görmezden gelen kırk yıllık arkadaş dozundaki anlayışlı ve yumuşak yaklaşımı, sihirli bir değnek gibi Ada'yı sakinleştiriveriyordu. Sohbetleri "Erin'cim, Ada'cım" diye sürüp gitti. Sohbetleri bitmedi. Biz iki anne ise şaşkınlıktan dilimizi yutmuş vaziyette güzelliklerinin hallerini dikizlemekle meşguldük. Ha bir de, geçen sene 1 Mayıs'ta deniz açılışını yapmıştı, bu sene 23 Nisan'da yaptı! Kutlu olsun!

2) Ertesi gün yine Ayça'nın harika fikri sayesinde kendimizi, Disney Müzikalleri'nden eserlerin programı oluşturduğu Doğuş Çocuk Orkestrası etkinliğinde bulduk. Söylemeye utanıyor ve itiraf ediyorum; Ada'nın ilk gittiği sahne gösterisiydi bu. (Rezalet!) Uyku saatlerinin dokunulmazlığı yüzünden ve de çocuk tiyatrolarının tam da bu saatte konuşlanmasından dolayı bir kaç deneme yaptıysam da kendimizi bir tiyatroda bulmayı bile becerememiştik. İlk sahne deneyimi, ilk aşkına denk düştü: Müzik! Arkada koca sinemaskop görüntüler olsa da, o daha çok müzisyenleri ve müziği takibetti. İki dakikada bir yinelenen "Mısır istiyorum" krizi olmasa, hiç de fena değildi diyebilirim. Coşkusu görmeye değerdi, hop oturdu hop kalktı. Sevdik biz. Çocuklar da iyi çaldı doğrusu. Ayça'ya bin teşekkür bizi ayaklandırdığı için!

3) Okul. Ah. Of. Oh. Vay be. Eyvah. Acaba? Her gün yeni bir ünlem doğuruyor bu okul işi. İlk gittiği günlerde ayrılırken aldırmazlık ve dönmek istememek, hemen takibinde ciyaklayarak girmek istememek, hatta içerde ofisten çıkmamak, sınıfa girmemek. Sonra benim gidip oturmam, onun girmemesi. Sonra benim bırakmam, onun çıldırması, anında sakinleşip, dönüşte parlayan gözlü ciddi mutluluğu. Sonunda ablasının bırakması. Bugün ise evden beni öpüp bay baaay diyerek çıkması...

Durum net: Okulu, öğretmenini ve arkadaşlarını seviyor -şimdilik en azından (Her gece öğretmenini görüyor rüyasında, "Gülümsüyor"muş!). Sorun belli: Benden ayrılmayı sevmiyor. Hayatında büyük yer eden Sultan'ın ani gidişi ve aynı anda hiç hazırlanmadan başımıza çıkardığımız bu okul işi, benimle ilgili bir güvensizlik yaratmış durumda Ada'da. Sıkıntısı her şeye yansıdı. Tepemde yaşayan bir minik şu anda, sürekli, kucağımda, bacağımda. Başlangıçta gece uykularını da etkiledi. Ben onu yatırıp çıkarken, uyumaz oldu birden. Kontrol de kontrol. Feci bir kaç gün geçirdik. Sonra orda da sistem değişikliğine gittik ve şimdi yeni rutinimizle rahatız. Bakalım...

O kadar kuvvetli ki aslında. Resmen duygularını kontrol etmeye çalışıyor, niyetleniyor yani, çaba sarf ediyor, anlıyorum. Ama bir noktada duygular bastırıyor ve küçücük bir minik oluveriyor, savunmasız. O kadar iyi anlıyorum ki onu. Canım miniğim. Kendi minik yaşamına göre ne büyük değişiklikler bunlar.

4) Gelenler, gidenler, olanlar, bitenler: Artık Nigar'ımız var. Çocuksu, güleryüzlü, ağır elli ama olsun, Ada seviyor, biz de. / Annem ve Büşşin geldi, onları bunalttım gittiler! Ama kriz günlerimizde çok yardımları oldu. Sağolsunlar. / Radyo istediğim gibi olmadı, kalbim pıtpıttı çok, kendimde değildim nerdeyse, aritmi. Belki heyecan, belki yorgunluk. Yansıdı tabii. Music Together, devam. Sonuna bile geliyoruz dönemin. Yaz dönemini de açmaya karar verdik, başladık yine çalışmaya. / Dün, Ada'nın büyükdedesinin Büyükada'da düzenlenen 67. Ölüm Yıldönümü Sempozyumu vardı. Fethi çok koşturdu, bense derslerimi bırakamadım, gidemedim. Ada ordaydı. Çok güzel geçmiş tüm konuşmalar, çok katılan varmış, sevindim. / Ada fiziki aksiyona verdi kendini. Babaannesi ve Ceyda sağolsun, her an parkta, sahilde...

Fotoğraf: Ceyda Eldem

5) Ada kendini erkek sanıyor. Daha doğrusu kız olmayı reddediyor. Çok kurcalamasın diye ben de kurcalamıyorum. Kızlar şöyle, erkekler böyle konuşmalarına girmiyorum. Zaten hiç sevmem. Ama herhangi biriyle başladığı sohbette, ben abiyim filan dediğinde, millet anlatmaya koyuluyor ve bizimkinin de morali bozuluyor. Kafası karışıyor. Çiçekli her şeyi reddediyor, elbise giymiyor, arabalardan hoşlanıyor ve "ben erkekim" diye dolaşıyor. Hayırlısı, ne diyim? Abi olmadığı zamanlardaysa bebek bu arada! Cidden yani. Öyle hissediyor kendini. Garip bir dönemdeyiz anladığınız.

Fotoğraf: Ceyda Eldem

6) Ben iyiyim, sağlığım fena değil. Yorgunluk ve stres iyi gelmiyor o kadar. Piyano çalışmayı özledim yine. Ama onun yerine bol bol şarkı söylüyorum...


2 Mayıs 2010 Pazar

Yarın Radyo 3'te


Yarın 22.10'da TRT Radyo 3'te "Müzikle Gelen" programında Murat Üçkardeşler'in canlı yayın konuğuyum. Birkaç telden müzik dinleteceğim radyo dinleyicilerine. Bir de bol sohbet olacak anlaşılan.

Neler konuşacağız, soruların içeriği ne olacak hiç bir fikrim yok. Ucunda müzik vardır elbette, ama şimdi müzik dediğin bir okyanus. Heyhüla bir başlığın içinde, nerelerde çırpınıyor olacağım acaba canlı yayın, canlı yayın?

Hem de bu dağınık kafayla...?

14 Nisan 2010 Çarşamba

Kipitap'ta, Müzik Hakkında

"Çocuk kitabı seçmek ciddi bir iştir" diyen kipitap.com'u bilmeyen, duymayan var mı? Ordan renk renk, hikaye hikaye kitaplar almayan? Kipi'nin günlüğüne göz atmamış olan, sitedeki makalelerden faydalanmamış olan?

Yok, yok biliyorum.

Ama son zamanlarda tıklamayanlar için bir davet olsun bu tık o zaman. Kapıyı ben açıyorum bu sefer, Kipi'nin Günlüğü'ndeki söyleşiye buyrun. Biraz müzik, biraz kitap, biraz çocuk, biraz hayat...

*Of, resim yükleyemiyorum.
*Eyvah, geç kalıyorum!

5 Mart 2010 Cuma

İki Satır Niyetine

Şimdi, ben bu 3 gün kuralına inanıyorum. Bebeklerde kesin öyle de, büyükler de öyle değil mi?

Üç gün geç kalk, dördüncü gün tembel bir insan oluyorsun. Üç gün sağlıksız beslen, dördüncü gün sağlıklı beslenmeye düşman, her gördüğü yiyeceğe ağzı sulanan aç bir canavara dönüyorsun. Üç gün yazma, bilgisayarı açmamaya başlıyorsun. Nedense bu üç gün olumsuz eylemlerde tutuyor.

İyi bir eylemi alışkanlık edinmek için bilim insanlarının dediği gibi ya 21 güne, ya da 40 güne ihtiyacın oluyor. Muş.

Bloga döneceğim. Bir gün yazmıyorum, oluyor onbir gün ara; üç gün yazmasam dediğim oluyor, yaşananlar belgelenmeden uçuşup gidiyor, açmıyorum bile bilgisayarı. Dahası bazen aklıma bile gelmiyor. Gidi gidi, çok ayıp. Ama n'apayım? Böyle...

Onun için bugün laf olsun-torba dolsun olsa da, alışkanlık edinmek niyetiyle iki çiziktiriyorum bu bembeyaz sayfaya. Aslında lafım var, hem de torbaya atılası değil. On kuruş satılası da değil.

Sinirlerimi cızzz ediyor düşününce, alnıma kızgın surat yapmaktan -otomatikman- iki ekstra kırışık ekliyor anında, derininden: Bilgisayarımı kaybettim ben.

"Hırsız çaldı" lafını söylemeyeyim diye öyle yazdım. Ama işte öyle: Hırsız girdi, laptopumu aldı gitti. Bu kadar. Ada'nın tüm resimleri ve miniklik videoları ile beraber. Ve bilumum günlüklerim, belgelerim, bilgilerim, kitabım, tezim...

Biraz zaman geçti üstünden. Ondan bu rahat yazışım. Yoksa sesimin kısıklığı, parmaklarımın donukluğu da o vicdansız yaratık yüzünden. Anlayamıyorum... Anlamaya çalışmamak en iyi.

Giden gitti. Şimdi miniş bir netbookda debeleniyorum, kolay değil. Ama en azından bu var. Yakın zamanda -umarım çok yakın zamanda- yeni tuşlu dostum gelecek. O zaman işte bu sayfa renklenecek.

* Yok yok her şey gitmedi. İnternet ortamı sağolsun, email ekleri, vs, bir takımları hala buralarda bir yerde.

1 Mart 2010 Pazartesi

Bir 1 daha...

1 Ocak'ta Kış Güneşi doğarsa, 1 Mart'ta da bahar güneşi doğar. Olan kaynayıp giden Şubat'a mı olmuştur, kaydedilmemiş 'ilk'lere mi, tuşlara değmeden her gece kafada yazılmış romanlara mı, dondurulmamış 'an'lara mı olmuştur bilinmez.

Kendime sözümdü 'en azından' 1 Mart'ta tekrar yazmaya başlamak. Hani baharın ilk günü ya, hani kışın arka kapısı ya, yeni hayallerin başlangıcı ya, hani '1'den başlamak güzeldir ya...

Resim yok -aslında çok tabii. Ama alet edevat gerek, akrep yelkovan gerek, olayları sıralayacak zihin berraklğı, anıları yanyana getirecek ruh sükuneti gerek. Yok n'apalım. Ama verilen söz tutulur. En azından sade bir "iyiyiz" demek için. Hani okuyan kaldıysa bizleri.

Bir de kızıma mahçup olmamak için daha fazla. Bu en renkli günlerinde boş ve renksiz sayfalarla çıkmamak gerek karşısına yıllar sonra.

Yine de başlamak zor.

Bak işte, gördün mü miniğim? Beceremiyorum zor.

Ama iyisin, şeker pembesin, fıkır fıkır, kikir kikirsin, hayatımın neşesi, kalbimin her atışı sensin. Yazmadı annem diye kızma yani.

Yaşıyorum seni.

1 Ocak 2010 Cuma

Kış Güneşi


Yeni yılın ilk gününe uyandık. Dünden farklı bugün. Dünden güzel. İnanıyorum bu yıl güzellikler getirecek. İlk günün sabahında ışıyan kış güneşi, tüm mevsimleri aydınlatacak. Sanki...

*

İnanıyorum.
Değişiyorum.

Değişmek güzel bir şey olsa gerek...

27 Kasım 2009 Cuma

Atölyede Şekspir


Bazen ifade etmek zor gelir, beylik kelimeler kullanmak istersiniz...

Az gelir.

Ağızdan dökülemeyen sözler, gözlerden dökülen yaşlara dönüşür. Rahatlarsınız. Sanki... Sanki. Çünkü, aslında böğüre böğüre ağlamak istersiniz, utanmadan, mutluluktan.

Başarı karşısında seyircinin gözleri dolar. Fark etmez, bir resmin karşısında, bir konserde, bazen de bir tiyatro temsilinde... Ustalık etkileyicidir, dürter, kalbinizin çarpmasına mani olamazsınız. Sanat güzeldir, dokunur içinize; samimi olduğunda.

Oyun Atölyesi'ndeydim bu gece. Şekspir Müzikali'nde. Of ki ne of... Abarttım mı? O zaman sorarım:

İzlediniz mi?

18 Kasım 2009 Çarşamba

Aşı Oldum

En kötü karar kararsızlıktan iyidir demişler.
Oh be, rahatladım...

Bir tek üzüldüğüm; tüm silahlarımı kuşanıp, 'hazır ol'da sevimsiz mikrobu beklerken, boynumu büküp savaşı terk etmek oldu aslında. Başkumandan öyle dedi ama, n'apayım? Ben doktorlarıma güvenen bir hastayım... Vardır bir bildiği dedim ve noktayı koydum. Bu kadar...

Ama başkumandanımın dediği gibi ağrımadı, sızlamadı, ateşim çıkmadı, bitkin yatırmadı beni aşı. Bünyeden bünyeye değişiyor herhalde. Benim bünye maşallah dayanıklı olmayacak da kiminki olacak, değil mi ama? Bunu da atlattık, çok şükür.

Bu arada bir de ikinci doz almam gerektiği görüşü çıktı ortaya, onu bilemiyorum işte...