Ada'nın ilkleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ada'nın ilkleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Mart 2012 Pazartesi

Piyano Başında Eğleniyoruz...


Eline bir nota tutuşturuyor, ben evin neresindeysem yanıma gelip "zırrın" diyor bir el havada, hesapta kapıyı çalıyor. Açıyorum "gacıırt". İnce bir ses, kafa yana eğik: "Merhaba öğretmenim ben geeldim." Tavır Ada'da alışık olmadığım bir tavır. Fazla 'cici', hafif çekingen. Hoşuma gidiyor. "Gel bakalım" diyorum, neredeyse titreyerek piyanonun başına oturuyor, özenle notayı yerleştiriyor. O andan itibaren, Ada başka biri:

Öğrencim.

Bu senaryo tamamen ona ait. Çok istekli gördüğümde, haftada bir gün bir ders saatimi ona ayırmayı düşünmüştüm. Olmadı, durum böyle bir şekil aldı. Her gün en az bir-iki '5 dakika'. Bu senaryoyla. Tam da ders sayılmaz aslında. Hala o beni yönetme hevesinde!

Ne olursa olsun eğleniyoruz, biraz çizgi dışı gitsek de, öğreniyor. Ve bu benim çok hoşuma gidiyor. An değerli, çocuklar TonTon gibi. Bugün böyle, yarın bir "Değiş TonTon" diyorlar, tepetaklak oluyorlar. Gittiği yere kadar gitsin bakalım, zevkle, keyifle...

26 Ocak 2012 Perşembe

Elde Var Bir

Bunca ayı kaçırıp geri dönüp kalakaldığımda düşündüm, neler yazmak isterdim en çok diye.


Bir koca yaz var mesela atladığım, kollukları atıp, yüzeradam olduğu, kendi kendine yüzmeyi öğrendiği, sadece büyükler havuzuna girdiği. Ya da... tam bir yıl önce ilk gittiği klasik müzik konseri var mesela, devamına daha da büyüklerin eklendiği, bir değişik heyecan yaşadığı. Sonra, yeni zaman haberi, piyanonun yanında kemana da başlaması işte, hatta bana eşlik etmesi Brahms sonat çalarken, keman partisini çalıyormuş-muş gibi yapması. Ya da ya da kusma fobisi tabii. Evet evet, kusmuk fobisi de diyebiliriz, okulu bırakma sebebi olan, kuyruğum olmaya terfi ettiği, her saniye birlikte geçirdiğimiz çoook zor bir üç ay var mesela. E sonra, sonrası büyük mesele, yeni okulu var sırada, hayatına girecek yeni arkadaşlar, yeni bir sistem, yeni bir dil. Ve tabii kaçan kaçlarca şey, onlarca sohbet, hafızamda kalan yüzlerce görüntü, binlerce anı...

Her geri döndüğümde -ki bu sefer ara çook uzun olmuş, hep yazsaydım diyorum. Bin pişman boyun büküyorum. Çünkü hafıza da silikleşiyor, renkler matlaşıyor. Maalesef... Bunların adı 'elde var bir' işte.

26 Temmuz 2011 Salı

Ve Dört Yaşında Oldun!

Bu hayatta en güzel müzikler eşliğinde danset, en güzel melodileri fısılda etrafına.
Çal, söyle, gül, eğlen. Mutlu ol, mutluluk ver. Yaşa.
Hep sağlıkla...

İyi ki doğdun minik kızım. Ve iyi ki bu dört yıldır seninle birlikteyim.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Bu Parçanın Adı: Bebeğim



Çaldığı bu parçanın adı "Bebeğim".

...O da benim bebeğim. İsterdim ki -ne hakkım varsa?- resim yapsın. Hani ille aileden bir şeyler geçiyorsa beceri olarak, resim olsun yapacağı. Sorarlardı ve eklerledi, "Çocuğunun ne olmasını istersin? O da piyanist olsun!" Aman ha derdim, çok zor, yazık olur.

O sormadı, ben söylemedim. Sadece sevdi sanki müziği doğduğundan beri. Bir de Music Together vardı, kuşkusuz etkisi oldu. En çok etki ise benim evde çalmam sanıyorum, gelen giden öğrenciler sonra. Hani anne ne yaparsa çocuk onu yapıyor, hani en yakın model biziz ya.

Nasıl ki Music Together'ın ilk denemelerini evde Ada ile yaptım, Piyanomini'yi de ilk onunla testten geçirmiş oldum. Bu sefer hatta tersten oldu. Yani Ada yönlendirdi beni, ben şekil aldım. Olur mu, dedim. Oldu. Oluyor. Olmakta yani, heyecanla yol alıyoruz yeni programda. Piyanomini'nin ilk sınıfı insan önünde ilk dinletisini gerçekleştirdi bile. Bir veri mi? Neden olmasın? Music Together'a daha minicik çocukken başlayan çocuğum Can Ege, bireysel derslere geçti bile mesela. Ailesi izin verirse, onun konserini burada yayınlamak isterim.

Ada asi bir arkadaş, biliyorsunuz. Yo, aslında tamam, tatlı, bal, lokum... Ama bir şey öğretmeye kalkarsanız kaplan kesilir, reddeder, hırçınlaşır, uyarırım. Bunun için; öğretemiyorum! Ama yine bunun için o sınıfta. Çünkü Piyanomini'de öğretmek-öğrenmek yok. Biraz Music Together gibi. Bu yazı reklam yazısı değil. Onu daha açık yaparım bir ara :)

Bu yazı Ada'nın piyanodan ilk anlaşılır ses çıkarmaya başladığı bu yaşların kaydı. Sevgisinin ilanı. Bazen kapımı aşındırıp, hadi ders yapalım diye bezdirmese beni veya dersimsi birlikteliklerimizde asi yanıyla birden tepeme öğretmen kesilmese çok daha memnun olacağım. Ama benden kime ne? O istediği gibi oynuyor piyanoyla, çoğu zaman kendi 'beste'lerinin peşinde, her defasında değişen ve gelişen motiflerle; şimdi şimdi duyduğu şeyleri çıkarmaya çalışıyor bir çaba, çoğunlukla kızgın kendine, daha iyisini istiyor. Ama işte tuşlar elinde hamur gibi, sesler kulağında sürekli bir hareket.

Göreceğiz bakalım bu heves ne kadar sürecek?

6 Temmuz 2011 Çarşamba

21 Şubat 2011 Pazartesi

Entellektüel Dönem



Bundan öncesi erken ergenlik dönemi idi ise, bu dönem de entellektüel dönem olsa gerek.

Garip şeyler oluyor.

Bugün başıma gelenleri söylesem yeterli herhalde. Sabah: Bir elinde birlikte yattığı miniş kuzusu, diğer elinde bir Piyano Kitabı mahmur bir suratla yanıma geliyor, henüz uykudan sıyrılmamışım, beni dürtüyor, daha doğrusu sarsıyor, uyanayım istiyor: "Annee, hadi uyan, bana notaları öğret, hangisi re'ydi?"

Yine sabah el-yüz yıkama faslında: "Anne, sana bir şey söyliicem: Beni bir konsere götürür müsün? Ama orkestra olsun. Bir de ben de çıkayım, tamam mı?" Şaşırıyorum, çaktırmıyorum. "Hmm, tamam Ada'cım" diyorum. "Senin kadar küçükleri almayabilirler ama bir sorarız, sen sahneye mi çıkmak istiyorsun? "Evet, ben de çalıcam" "Ne çalacaksın Ada'cım?" "Simbal, hani var ya, dat daradaradara, dat dara daradara, dat dara..."

Sonrasında, bu sefer ben hızımı alamıyorum, youtube'u açıyoruz. Bir Dudamel izliyoruz; tamam izliyor, tamam ilgiyle ama tam dört kere "tekrar" diyor. O arada tabii enstürmanları hatmediyor. Pikolo, flüt, korno, trombon, çello, neyi gösterirse kamera artık. Ben de o arada Venezuella'lı varoş çocuklarının başarısına ağlaşıyorum. Ada'ya da anlatmak istiyorum, hani şöyle masal gibi ama o beni durduruyor, müzik dinlerken konuşmamdan hoşlanmıyor.

Ona orkestra yöneten 3 yaşındaki çocuğu açıyorum sonra, ona da bayılıyor, iki-üç kere de onu dinliyoruz. Sonra başka kayıtlar, başka konserler... O arada -hasta olduğu için evde olduğu için- iki küçük öğrencimin üstüste dersini dinliyor. Sus-pus. Arada piyanonun ayna gibi yüzeyinden bakışıyoruz. Gülümsüyor bana.

Hadi bunlar tamam. Müzikle yaşayan bir evin ferdi.

Ama diğeri... Bir garip.

Bugün akşam yemeği bitiminde ağzından çıkan laf: "Hadi anne, Yaşar Kemal okuyalım" (!) "Mustafa'yı ama."

Ben şaşmıyorum ama Fethi şok, anlatmıştım, kendi şahit olmamıştı. Yemekten sonra Yaşar Kemal'in 18 sayfalık Beyaz Pantolon hikayesini okuyorum. Dün iki kere istemişti, bugünü üç kezle kapatıyoruz. Sesim kısılıyor, nefesim tükeniyor-kolay da sayılmaz dili, soru işaretleri beynimde dört dönüyor...

***

Böyle oldu.
Kendini beğendirme kaygısı değil. Çünkü tüm tiyatro becerimi kullanmaya çalışarak, hayret etme güdümü bastırıyorum. Sadece içinden öyle geliyor. Evet evet böyle. Yani "annemi şaşırtayım, aman babama hava atayım" değil durum.

İlle de trompet çalmak istiyor mesela. Ama bu ara Carmen'den dolayı simballere takmış vaziyette. El simballeriyle eşlik ediyor esere ama her gün en az birkaç kere büyük simbal almamız için yalvarıyor. Baktı kafamız karışık, bizden cevap gelmiyor, bu gece Amerika'dan aldırmamı önerdi!

Repertuarın klasikleri normal olarak kafasında ve her gün istek parçaları var, kuyruğumda dolaşarak hem de. Türk Marşı, Für Elise, bir Chopin Nocturne, Vivaldi Mevsimler ama ille de İlkbahar ve son günlerde defalarca Carmen (bu Little Einstein'lardan dolayı repertuarına girdi, bizde duymamıştı hiç). Caz da dinliyoruz, onda da bugünlerde favorisi Sophie Millman, Beautiful Love. Ipod profesörü oldu kendisi.

Arada piyano da çalıyoruz, kitabı koltuğunun altına kapıp, ders almak istediğinde, piyano odasında girince ben, ders aldığını zannediyor gerçekten. Ama değil, çünkü o bana ders veriyor, "şimdi hadi Für Elise çalalım, tamam mı? Ama ben şurdan çalayım!"

Bir de PiyanoMini'ye katılmaya başladı. İki haftadır ders günü, ders öncesinde ve sonrasında bana "Yapıncak Öğretmen" diyor!! (ben de onu yemek istiyorum ama bu başka bir konu)

***

Adakızım'ın bugünlerde yaptığı şeyler; kanını kaynatan, ona heyecan veren şeyler bunlar işte. Yo, yo, büyüyünce müzisyen olacağını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. O konuda net ve ısrarcı: 'Tamiratçı' olacak. Değişmedi yani kararı.

***

Müzisyen olur mu? Bilemem. Henüz çok erken. Ama şu anda bu müziği çok seviyor. Bestecilerle, eserlerle tanışmak en büyük heyecanı. Ve bu tabii ki benim çok hoşuma gidiyor :) Yaşar Kemal'e gelince...

Hmm...

* Kaydetmesem olmazdı, linkler de senin için Adakızım, belki büyüyünce tıklarsın :)

20 Ekim 2010 Çarşamba

Gel, Dengeni Görelim :)



Gittik evet. Buz patenine, ilk kez!
Önce ürkek gözlemci, sonra paytak cesurdu.
Komik laflar etmek istiyorum. 'Gurur duyuyorum' gibi. Haha! Annelik komik bir şey...

14 Ekim 2010 Perşembe

Tamirci Abi


Zor gitti okula. Kıyafet meselesi. Ya yazlık modda olmak ya da kafasına uygun sportiflikte arz-ı endam etmek istiyor. 'Abi kıyafetleri istiyorum' diyor ve hiç bir şekilde pastel renkli, çiçekli, etekli kıyafetleri kabul etmiyor. Bazen oyunla, kandırmayla giyerse, kendini beğendiği oluyor ama. Aynadaki aksi ile cilveleşiyor. Ve de koşarken ne yaparsa yapsın, kız gibi koşuyor!

'Büyüyünce tamiratçı olucam' diyor ısrarla, fikrini değiştireceğe de benzemiyor.
Gerçekten de evdeki gerçek veya oyuncak tamir setleriyle pek keyifli dakikalar geçiriyor.


Sürekli program yapıp, onu bir türlü Santral İstanbul'a götürememiştim. Geçtiğimiz haftasonu babasıyla gittiler, çok mutlu olmuş.

12 Ekim 2010 Salı

Tonlama

Ayakları kocaman oldu. İnanılır gibi değil.
Dili de öyle. Kendinden büyük, bazen de haddinden büyük laflar ediyor.

Son birkaç gündür şöyle bir diyalog geçiyor aramızda. Sınırlarımı zorluyor, zorluyor, binbir çeşit çözüm önerim tükendiği anda, dolayısıyla da suların negatif duyguların ağırlığıyla durulduğu anda, yanıma sokuluyor, bacağıma sarılıyor, ya da benden ona sarılmamı istiyor ve patlatıyor:

"Üzülme anne, ben seni seviyorum."
Vurguları tuhaf yerlere koyarak.

Öyle soru işaretleri doğuran bir tonlamayla söylüyor ki, ilgiye ihtiyacı olan o mu, sevgiye ihtiyacı olan ben miyim, karışıyor.

Kafamı karıştırıyor...
Diyalog gerçekleşmiyor.

5 Ekim 2010 Salı

TonTon, KiKi ve Ada -Bir Okul Hikayesi

Fotoğraf: Ceyda Eldem

Bütün yaz lafı döndürüp dolaştırıp öğretmenine ve okuldaki arkadaşlarına getirse de, 'sonbahar geldiğinde yine başlayacaksın' dediğimde, en kırmızısından reddediyordu okula gitmeyi. Ekim başı başlama planını kafamda oturtup, günler de yaklaşmaya başladığında; ümidimi kesercesine karşı çıkmaya başlamıştı bu fikre.

TonTon ve KiKi sağolsun. Ada'nın arkadaşları: Biri kalın sesli, hafif yaramaz baş parmağım; diğeri iyi kalpli, yumuşak sesli işaret parmağım. Birkaç gündür, okula gidiyorlar kendileri (!), bizimki de kah anneleri, kah arkadaşları. Birlikte senaryo yazıyoruz, birlikte oynuyoruz. KiKi ile TonTon, her çeşit ruh halini yaşadıktan sonra okula gidiyorlar ve çok mutlu oluyorlar, en büyük heyecanları ise Ada'nın da okula başlaması. Hikaye işte :)

Sonuç: Kiki, miki... Önden hayal etme yöntemi işe yaradı!

Adakızım en kocaman gülümsemesiyle okula gitti bu sabah. Yanağımdan öpüp el sallayarak evden ayrıldı, hatta sevinçten hoplayarak! Devamı ise babaannesinin dediğine göre aynı kolaylıkta olmuş. Sadece 'azıcık yüzü solmuş' içeri girerken. Offf, canım benim. Yine de babaannesine elini sallamış ve arkadaşlarının yanına gitmiş. 'Bay bay...'

Fotoğraf: Ceyda Eldem

Budur. Şu anın özeti.

Belki şu anda ismimi sayıklayarak ağlıyor oralarda, belki ikinci defa tepki çişini akıtmakta bacaklarından aşağıya, belki, soyunacağım diye tutturuyor yine birilerine. Bilmiyorum. Ama belki de mutlu halinden, belki çıkışta Yoort'ta yiyeceği donmuş yoğurdun hayalinde, belki gak guk konuşmaya çalışıyor bilmediği bir dili, bile isteye...

İkinci kez okullu oldun bebeğim. Kahramanımsın. Kendini bu kadar iyi tanıdığın için, bu kadar kafanı hazırlama gayretinde bulunduğun için, ne de olsa senin için yine de hala gizem taşıyan bir belirsizliğin içine bana güvenip de atladığın için, mantığın ve iyi niyetin için teşekkür ediyorum sana.

Umarım hazırlandığımız kadar güzel bir ortamın içindesindedir şu an.

25 Temmuz 2010 Pazar

İyi Ki Doğdun Adakızım


Tam üç yaşında oldun. Ne mutlu bana ki, tam üç yıldır, soluduğun havayı soludum, nefesinle can buldum, varlığınla hayatın anlamını...

Sesinle şenlendim, bitmez tükenmez coşkunla neşelendim; kahkahanda çocuk oldum, eğlendim; enerjinle yoruldum, uykunda dinlendim. Merakınla hayatı yeniden keşfettim, inadınla derviş oldum, gafil avlandığım her yeni adımında da alim...

Büyürken büyüttün beni bebeğim. Senin sesinle uyandığım her sabah bir mucize. Sağlıkla, mutlulukla, huzur ve şans dolu nice yılların olsun Adakızım.
İyi ki doğdun.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Mutluluğun Resmi


Şimdi ağlayarak ayrıldı evden. Oysaki bu gülüş her şeye bedel...

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Madde Madde Foto Foto

Ne kadar uzun süredir yazmamışım... Her gece aklımdan yazıyorum bir post aslında. Garip dönemlerdeyiz yine. Özet geçmek gerek artık ama geçilecek özet yok, öyle güzel ve yoğun hikayeler yaşıyoruz ki bu aralar. Yine de kaybetmemek adına başlayayım madde madde:

1) Her anı bin cümleye bedel harika bir 23 Nisan geçirdik. Ben susayım resimler anlatsın:





Fotoğraf: Ayça Oğuş

Erin'le Ada garip bir huzurlu ilişki içindeler. Kızım o gün de ergenliğin en sancılı dönemlerini yaşıyor kadar sinirli ve huysuzdu. Öyle böyle değil ama... Ama Erin'in tüm o huysuzlukları görmezden gelen kırk yıllık arkadaş dozundaki anlayışlı ve yumuşak yaklaşımı, sihirli bir değnek gibi Ada'yı sakinleştiriveriyordu. Sohbetleri "Erin'cim, Ada'cım" diye sürüp gitti. Sohbetleri bitmedi. Biz iki anne ise şaşkınlıktan dilimizi yutmuş vaziyette güzelliklerinin hallerini dikizlemekle meşguldük. Ha bir de, geçen sene 1 Mayıs'ta deniz açılışını yapmıştı, bu sene 23 Nisan'da yaptı! Kutlu olsun!

2) Ertesi gün yine Ayça'nın harika fikri sayesinde kendimizi, Disney Müzikalleri'nden eserlerin programı oluşturduğu Doğuş Çocuk Orkestrası etkinliğinde bulduk. Söylemeye utanıyor ve itiraf ediyorum; Ada'nın ilk gittiği sahne gösterisiydi bu. (Rezalet!) Uyku saatlerinin dokunulmazlığı yüzünden ve de çocuk tiyatrolarının tam da bu saatte konuşlanmasından dolayı bir kaç deneme yaptıysam da kendimizi bir tiyatroda bulmayı bile becerememiştik. İlk sahne deneyimi, ilk aşkına denk düştü: Müzik! Arkada koca sinemaskop görüntüler olsa da, o daha çok müzisyenleri ve müziği takibetti. İki dakikada bir yinelenen "Mısır istiyorum" krizi olmasa, hiç de fena değildi diyebilirim. Coşkusu görmeye değerdi, hop oturdu hop kalktı. Sevdik biz. Çocuklar da iyi çaldı doğrusu. Ayça'ya bin teşekkür bizi ayaklandırdığı için!

3) Okul. Ah. Of. Oh. Vay be. Eyvah. Acaba? Her gün yeni bir ünlem doğuruyor bu okul işi. İlk gittiği günlerde ayrılırken aldırmazlık ve dönmek istememek, hemen takibinde ciyaklayarak girmek istememek, hatta içerde ofisten çıkmamak, sınıfa girmemek. Sonra benim gidip oturmam, onun girmemesi. Sonra benim bırakmam, onun çıldırması, anında sakinleşip, dönüşte parlayan gözlü ciddi mutluluğu. Sonunda ablasının bırakması. Bugün ise evden beni öpüp bay baaay diyerek çıkması...

Durum net: Okulu, öğretmenini ve arkadaşlarını seviyor -şimdilik en azından (Her gece öğretmenini görüyor rüyasında, "Gülümsüyor"muş!). Sorun belli: Benden ayrılmayı sevmiyor. Hayatında büyük yer eden Sultan'ın ani gidişi ve aynı anda hiç hazırlanmadan başımıza çıkardığımız bu okul işi, benimle ilgili bir güvensizlik yaratmış durumda Ada'da. Sıkıntısı her şeye yansıdı. Tepemde yaşayan bir minik şu anda, sürekli, kucağımda, bacağımda. Başlangıçta gece uykularını da etkiledi. Ben onu yatırıp çıkarken, uyumaz oldu birden. Kontrol de kontrol. Feci bir kaç gün geçirdik. Sonra orda da sistem değişikliğine gittik ve şimdi yeni rutinimizle rahatız. Bakalım...

O kadar kuvvetli ki aslında. Resmen duygularını kontrol etmeye çalışıyor, niyetleniyor yani, çaba sarf ediyor, anlıyorum. Ama bir noktada duygular bastırıyor ve küçücük bir minik oluveriyor, savunmasız. O kadar iyi anlıyorum ki onu. Canım miniğim. Kendi minik yaşamına göre ne büyük değişiklikler bunlar.

4) Gelenler, gidenler, olanlar, bitenler: Artık Nigar'ımız var. Çocuksu, güleryüzlü, ağır elli ama olsun, Ada seviyor, biz de. / Annem ve Büşşin geldi, onları bunalttım gittiler! Ama kriz günlerimizde çok yardımları oldu. Sağolsunlar. / Radyo istediğim gibi olmadı, kalbim pıtpıttı çok, kendimde değildim nerdeyse, aritmi. Belki heyecan, belki yorgunluk. Yansıdı tabii. Music Together, devam. Sonuna bile geliyoruz dönemin. Yaz dönemini de açmaya karar verdik, başladık yine çalışmaya. / Dün, Ada'nın büyükdedesinin Büyükada'da düzenlenen 67. Ölüm Yıldönümü Sempozyumu vardı. Fethi çok koşturdu, bense derslerimi bırakamadım, gidemedim. Ada ordaydı. Çok güzel geçmiş tüm konuşmalar, çok katılan varmış, sevindim. / Ada fiziki aksiyona verdi kendini. Babaannesi ve Ceyda sağolsun, her an parkta, sahilde...

Fotoğraf: Ceyda Eldem

5) Ada kendini erkek sanıyor. Daha doğrusu kız olmayı reddediyor. Çok kurcalamasın diye ben de kurcalamıyorum. Kızlar şöyle, erkekler böyle konuşmalarına girmiyorum. Zaten hiç sevmem. Ama herhangi biriyle başladığı sohbette, ben abiyim filan dediğinde, millet anlatmaya koyuluyor ve bizimkinin de morali bozuluyor. Kafası karışıyor. Çiçekli her şeyi reddediyor, elbise giymiyor, arabalardan hoşlanıyor ve "ben erkekim" diye dolaşıyor. Hayırlısı, ne diyim? Abi olmadığı zamanlardaysa bebek bu arada! Cidden yani. Öyle hissediyor kendini. Garip bir dönemdeyiz anladığınız.

Fotoğraf: Ceyda Eldem

6) Ben iyiyim, sağlığım fena değil. Yorgunluk ve stres iyi gelmiyor o kadar. Piyano çalışmayı özledim yine. Ama onun yerine bol bol şarkı söylüyorum...


24 Nisan 2010 Cumartesi

Ne Bayramdı Ama

Böylesine gerçek bir çocuk bayramı yaşamamıştım.


Ada yaşadı.
Ama ne yaşamak...

*
Yazılar da resimler de yarına. Lakin bitmiş durumdayım, kelime anlamıyla yani, finito...
Uyku kaçmadan Yapo kaçar.

Canım çiçek, böcek resmi yapmak istiyor yahu. Sarhoş muyum neyim, n'oluyor?

15 Nisan 2010 Perşembe

Ve Ada Okullu Oldu

Şapşal gibiyim. Aslında ağzım kulaklarımda, ama kalbim pıtpıt.

Eve gideyim diyorum. Manasız geliyor. Neden yani? Eve hep ya Ada'yla ya da Ada'ya kavuşmak için giderim, değil mi ama? Yolumu değiştireyim bari diyorum. Eve gitmek gelmiyor içimden.

Biraz dolaşayım caddede mesela. Ama tuhaf, biraz 'eksik' hissediyorum kendimi. Fazla sakin geliyor her şey. Oysaki kalbim pıtpıt. Dükkan görecek gözüm yok. CKM'ye doğru dönüyorum. Birkaç broşür bakar, kitapçıya uğrarım diyorum.

*

Kafamda düşünceler, sorular dönüyor da dönüyor. Yanımda biri olsun sürekli sorup, onay alayım istiyorum.

- Çok mutluydu değil mi?
- Nasıl ama hemen içeri girdi?
- Hiç yabancılık çekmeyecek galiba?
- Nasıl, giderken suratıma bile bakmadı?

O duymadığım onay sözcükleri yerine, kendi kendime sorduğum her soru sonrası ağzıma yapışmış olan tebessümü cevap niyetine daha bir büyütüyorum. Kafamı sallıyorum ulu orta. Bir onaydan, öne arkaya; bir hayretten, iki yana. Nerdeyse sesimi tutamayacağım, kaçacak ağzımdan, kendi kendime konuşmaya başlayacağım. Kahkaha atmak istiyorum bir de.

İnsanlar genelde hüzün yaşıyordu sanki, üzüntü duyuyordu. Ben neden böyleyim?
Şaşkınlık mı sebebi, yoksa gerçekten hazırlıksızlık mı? Farkında mı değilim mesela?
Gerçi caddede yürürken hissettiğim yalnızlık ağır ama mutsuz da değilim işte.

*

Giriyor içeri. Arkasına bile bakmadan. Kendi boyunda üç minik görüyor, minik minderlere oturmuşlar. Belli ki birileri daha gelecek, çember oluşacak. Onlarla gözgöze geldiğinde, minikler şaşkın, tepki vermiyorlar. "Günaydın" diyor bizimki. Ses yok. Ben "günaydın" diyorum ses yok. Ada iki kere daha söylüyor. İkincisi biraz yüksek sesle, hani 'duymuyor musunuz?' dercesine jestleriyle de soruyor. Kızlar hazırlıksız ya, şaşırmış, bakıyorlar öyle. Ses yok. Ben diyorum, "belki ingilizce söylememiz gerek, belki de bilmiyorlar türkçe Ada". Bu sefer, 'good morning' diyor bizimki. Yine no cevap mintoşlardan.

Bizimki kırıldı, kırılacak, o kadar heyecan, böylesi bir duvar, olmadı yani...

Diyorum ki "belki duymuyorlar Ada'cığım". İçlerinden biri duyuyoruz diyor, sonra 'good morning' diyor, ağzından çıkardığı anda o iki kelimeyi, o da belli ki rahatlıyor. Diğeri hemen arkadaşına katılıyor. 'Burası bizim sınıfımız, biz burayı çok seviyoruz, ingilizce de konuşuyoruz!!'

Tüm açıklamalar geliyor yani, istesek bu kadar iyi cevap olmaz, geç gelse de. Tek tek onlara tanıtıyorum kendimi, Ada'nın annesiyim diyorum, yeni bir arkadaş geldi sınıfınıza diyorum, sizin adınız ne diyorum. Tek tek tanışıyoruz, tanıştığımıza memnun oluyoruz. Sonra Ada tanıtıyor kendini, tek tek yanlarına gidiyor, adını söylüyor, tanışıyorlar. Birinin hiç sesi çıkmıyor. Sessiz konuşuyor yani ama bakışı samimi. Kabul ediyorlar yeni arkadaşlarını aralarına. Bizimki ise bu kabule çok minnettar, hemen minderini alıyor, oturuyor yanlarına.

Bu kadar.

Bu kadar yani.
7 saat sonra da zili çalıyorum, beni o karşılıyor.

*

Yine aynı şey oluyor işte. Sürekli dünü konuşmak, Ada'yı anlatmak istiyorum. O sürekli çocuklarını anlatan annelerin her cümlesinin kulağımda bin kez çınlayıp, beni deli etmesi gibi; şimdi kendi coşkum beni deli ediyor, kulağımda kendi sesim çınlıyor. Mahçup hissediyorum kendimi o annelere karşı. Elimde değil, tekrar tekrar beynimde aynı kalıplar:

- Çok mutluydu gerçekten.
- Hiç çekinmedi, hemen içeri girdi, 'kaynaştı'.
- Hiç yabancılık çekmeyecek galiba.

*

Ne olur bilmem. İlk gün mutlu oldu. Bugün gitmiyor diye üzüldü.
İlk gün mutlu oldum, bugün okul yok diye sevindim.
Yarın gidecek diye üzülüyorum...

13 Nisan 2010 Salı

Değiş TonTon

Oysaki bu anlam çıkmasın diye yazarken kullandığım ses tonuma biraz dikkat etmiştim.

Sandığınız gibi değil.
Kardeş beklemiyoruz Ada'ya.
Heyecanlı olurdu gerçi...

*

Bunu belirttikten sonra sayfayı kapamadan devam edenler için kısaca durumu yazayım. Meraklandırdığım için özür dileyerek tabii.

Bir hayat yoldaşımızı yolcu ediyoruz yakında. Çok yakında. Perşembe akşamı. Ada'nın "abla"sı, evimizin "Sultan"ı, evine, çocuklarına dönüyor. Bizse biraz öksüz kalıyoruz. Biraz'ı az bile hatta.

Hazırlıksızdık, öyle hazırlıksızdık ki Sultan bile memnun olmadı bu işe neredeyse. Hep hayal ettiği sürprizi yapamayacak çocuklarına diye. Sebep memleketinde yaşanan bir sağlık sorunu, orada olması gerekiyor. Elinden bir şey gelmeyeceğini de biliyor ama işte öyle... Onun dönmesini istiyor ordakiler.

Yine de 'hazırlıksız oldu her şey' diyor. Bu şekilde dönme hayalleri kurmadığını söylüyor durmadan. Planım, programım vardı diyor, sürpriz yapacaktım diyor. Daha şunu, şunu alacaktım, çat kapı gidecektim, en istedikleri hediyeleri götürecektim... Sonra da gözleri yaşarıyor, nasıl bırakacağım Adakız'ı diyor.

Sonraysa onun iki katı doluyor gözleri yine. Gülüyor.
Çocuklarına kavuşacak...

*


Bizim için de hafif şok oldu. Ama benim "Değiş TonTon" karakterim (hatırlayan var mı o çizgi filmi?). Şeklimi aldım fark etmeden yine. Şekil alamazsanız bu hayatta, hayat zor çünkü. Ada'ya da yine olayı -parantez içine- tüm açıklığıyla söyledik. İlk duyduğunda garip şekiller aldıysa da, şimdi daha iyi görünüyor.

Sonuç?

Ben çoğunlukla evden çalışan bir anne olmama rağmen, sonuç olarak uzunca bir süredir "çalışan anneler" kategorisindeyim. Ada ise 2.5 yaşını devirmiş bulunuyor, üstüne birkaç ay fazlasıyla hatta. 3 yaşında başlamayı düşündüğümüz serüvenimize, yol-yordam bilmeden 'dalmış' bulunuyoruz.

Gerçek sonuç, birkaç gün içinde belli olacak.
Ada yarı okullu, ben de yarı özgür olacağım.

*

Aslında bakıyorum da, eksikliğimiz, tazeliğimiz olacak sanki. Bakalım...

11 Nisan 2010 Pazar

Yeni Bir Dönem...

Hayat sürprizlerle dolu.


Bir gün olacaktı da, hazırlıksız yakalandık işte bir anda. Bizi neler bekliyor, işler nasıl yoluna koyulacak, girdiğimiz yeni dönem bize neler getirecek bilinmez...

20 Aralık 2009 Pazar

Süslü Sevgi Sakin Işıltı

14 Aralık 2009


Süsleri yemeye kalkmadı, ağacın iğnelerini bile yolmadı; boynundaki süs şeridi ile en acaip düğümü yapmak için debelenmedi, ağacın üstünde neden kuşlar yok diye yaygarayı basmadı, 'ben ağacı eldiven takıp süslicemmm!' diye de tutturmadı!

Aksine,
Beni mahçup edercesine;

Birlikte seçtiğimiz yumuşacık müzik eşliğinde, istediğimiz süsleri canımızın çektiği yere astık. Bir o, bir ben. Sırayla... Kutudan fotoğraf karesine, tüm aşamalarda sakin, mutlu ve azıcık (tatlıcık) da heyecanlıydık. İlk yılbaşı ağacımızı büyük ciddiyet ve daha da büyük bir sevgiyle süsledik...


15 Aralık 2009 Salı

Bize Dair Eski Bir Hikaye...

Bu sayıyı dışarda bulamayınca,
Sonra da beklediğimiz postacı kapımızı uzun süre çalmayınca,

Neredeyse 'böyle bir yazı yazmış mıydım gerçekten?' diye düşünmeye başlayacakkeeen...


Sağolsun
Nurdan, bugün Çocuğum ve Ben Dergisi Kasım sayısı elimize geçti.
İşte buyrun: Bize dair eski bir hikaye...


* Artık bir scanner'ım var, becerdim taradım. Lakin resmi bilgisayarımda görüp, buraya aktaramadım. "Geçersiz resim" dedi bilgisayarım. Yine eski yöntem fotoyu yükledim. Öğreneceğim, öğreneceğim. Bir gün...

26 Kasım 2009 Perşembe

Rüşvet Lolipop ve 28. Ay Doktor Randevumuz


Ve Ada ilk şekerini yedi...


Hayır hayır, ben vermedim. Şikayet edeyim: Doktorumuz Ayça Hanım verdi. Yo yo, aşı olurken ağladığı için değil, tık tık tık, henüz daha o iğne, o tombul kolu yavaş yavaş delerken ağlamışlığı yok. Düşünüyorum da, belki kızımın henüz anlamışlığı yok. Yoksa ağlamaz mı öylesine minik bir can, öylesi ince bir acıya?

*

Hastane ziyaretlerimiz bayram havasında geçti şimdiye kadar. Doktorunu seviyor miniğim. Bir de hastanedeki çocuk odasını belki, bilmiyorum. Gelgelelim bu sefer, ilk gümbürtüyü kopardı . Beklenmedik. Öyle böyle değil, ilk kez kızıma zorla bir şey yaptıracaktım. Çaresiz.

Her zaman olduğu gibi soydum miniği, doktoru da kontrollerini yaptı. Ve her zamanki gibi mutlu ve rahattı. Ta ki... kontrol bitip de gitme vakti gelene kadar. Of gerisi tiz bir çığlık sesi. Sebebi kıyafetlerini giymek istememesi... Yatmak istiyor orda Cleopatra Cleopatra, sohbetleşsin istiyor doktoruyla, giyinmesin, gitmesin istiyor.

Biz beceremedik, doktorumuz becerdi. Söyledim de, daha yemedi şeker diye, bilmez bu çubukların ne olduğunu diye. Ağlamaklı bir surat da yaptım hatta. Verdi Ayça Hanım, dinlemedi. Ama sağolsun yanında benim hatırıma ufak bir hikaye uydurabildi. Miniğim mi? O sevindi, sessiz sakin giyindi, dışarda her lokmasının tadını çıkararak güzel renkli şekeri yedi bitirdi...

Unutmadan not düşeyim: Ada 28 aylık. Boy 91 cm, kilo 15.2. Aşı: Pnömokok. Diğer aşı: Şimdilik yok. Herhangi bir sorun: Yok.