Yapıncak Gürerk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yapıncak Gürerk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Mart 2012 Pazartesi

Piyano Başında Eğleniyoruz...


Eline bir nota tutuşturuyor, ben evin neresindeysem yanıma gelip "zırrın" diyor bir el havada, hesapta kapıyı çalıyor. Açıyorum "gacıırt". İnce bir ses, kafa yana eğik: "Merhaba öğretmenim ben geeldim." Tavır Ada'da alışık olmadığım bir tavır. Fazla 'cici', hafif çekingen. Hoşuma gidiyor. "Gel bakalım" diyorum, neredeyse titreyerek piyanonun başına oturuyor, özenle notayı yerleştiriyor. O andan itibaren, Ada başka biri:

Öğrencim.

Bu senaryo tamamen ona ait. Çok istekli gördüğümde, haftada bir gün bir ders saatimi ona ayırmayı düşünmüştüm. Olmadı, durum böyle bir şekil aldı. Her gün en az bir-iki '5 dakika'. Bu senaryoyla. Tam da ders sayılmaz aslında. Hala o beni yönetme hevesinde!

Ne olursa olsun eğleniyoruz, biraz çizgi dışı gitsek de, öğreniyor. Ve bu benim çok hoşuma gidiyor. An değerli, çocuklar TonTon gibi. Bugün böyle, yarın bir "Değiş TonTon" diyorlar, tepetaklak oluyorlar. Gittiği yere kadar gitsin bakalım, zevkle, keyifle...

26 Ocak 2012 Perşembe

Elde Var Bir

Bunca ayı kaçırıp geri dönüp kalakaldığımda düşündüm, neler yazmak isterdim en çok diye.


Bir koca yaz var mesela atladığım, kollukları atıp, yüzeradam olduğu, kendi kendine yüzmeyi öğrendiği, sadece büyükler havuzuna girdiği. Ya da... tam bir yıl önce ilk gittiği klasik müzik konseri var mesela, devamına daha da büyüklerin eklendiği, bir değişik heyecan yaşadığı. Sonra, yeni zaman haberi, piyanonun yanında kemana da başlaması işte, hatta bana eşlik etmesi Brahms sonat çalarken, keman partisini çalıyormuş-muş gibi yapması. Ya da ya da kusma fobisi tabii. Evet evet, kusmuk fobisi de diyebiliriz, okulu bırakma sebebi olan, kuyruğum olmaya terfi ettiği, her saniye birlikte geçirdiğimiz çoook zor bir üç ay var mesela. E sonra, sonrası büyük mesele, yeni okulu var sırada, hayatına girecek yeni arkadaşlar, yeni bir sistem, yeni bir dil. Ve tabii kaçan kaçlarca şey, onlarca sohbet, hafızamda kalan yüzlerce görüntü, binlerce anı...

Her geri döndüğümde -ki bu sefer ara çook uzun olmuş, hep yazsaydım diyorum. Bin pişman boyun büküyorum. Çünkü hafıza da silikleşiyor, renkler matlaşıyor. Maalesef... Bunların adı 'elde var bir' işte.

26 Temmuz 2011 Salı

Ve Dört Yaşında Oldun!

Bu hayatta en güzel müzikler eşliğinde danset, en güzel melodileri fısılda etrafına.
Çal, söyle, gül, eğlen. Mutlu ol, mutluluk ver. Yaşa.
Hep sağlıkla...

İyi ki doğdun minik kızım. Ve iyi ki bu dört yıldır seninle birlikteyim.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Bu Parçanın Adı: Bebeğim



Çaldığı bu parçanın adı "Bebeğim".

...O da benim bebeğim. İsterdim ki -ne hakkım varsa?- resim yapsın. Hani ille aileden bir şeyler geçiyorsa beceri olarak, resim olsun yapacağı. Sorarlardı ve eklerledi, "Çocuğunun ne olmasını istersin? O da piyanist olsun!" Aman ha derdim, çok zor, yazık olur.

O sormadı, ben söylemedim. Sadece sevdi sanki müziği doğduğundan beri. Bir de Music Together vardı, kuşkusuz etkisi oldu. En çok etki ise benim evde çalmam sanıyorum, gelen giden öğrenciler sonra. Hani anne ne yaparsa çocuk onu yapıyor, hani en yakın model biziz ya.

Nasıl ki Music Together'ın ilk denemelerini evde Ada ile yaptım, Piyanomini'yi de ilk onunla testten geçirmiş oldum. Bu sefer hatta tersten oldu. Yani Ada yönlendirdi beni, ben şekil aldım. Olur mu, dedim. Oldu. Oluyor. Olmakta yani, heyecanla yol alıyoruz yeni programda. Piyanomini'nin ilk sınıfı insan önünde ilk dinletisini gerçekleştirdi bile. Bir veri mi? Neden olmasın? Music Together'a daha minicik çocukken başlayan çocuğum Can Ege, bireysel derslere geçti bile mesela. Ailesi izin verirse, onun konserini burada yayınlamak isterim.

Ada asi bir arkadaş, biliyorsunuz. Yo, aslında tamam, tatlı, bal, lokum... Ama bir şey öğretmeye kalkarsanız kaplan kesilir, reddeder, hırçınlaşır, uyarırım. Bunun için; öğretemiyorum! Ama yine bunun için o sınıfta. Çünkü Piyanomini'de öğretmek-öğrenmek yok. Biraz Music Together gibi. Bu yazı reklam yazısı değil. Onu daha açık yaparım bir ara :)

Bu yazı Ada'nın piyanodan ilk anlaşılır ses çıkarmaya başladığı bu yaşların kaydı. Sevgisinin ilanı. Bazen kapımı aşındırıp, hadi ders yapalım diye bezdirmese beni veya dersimsi birlikteliklerimizde asi yanıyla birden tepeme öğretmen kesilmese çok daha memnun olacağım. Ama benden kime ne? O istediği gibi oynuyor piyanoyla, çoğu zaman kendi 'beste'lerinin peşinde, her defasında değişen ve gelişen motiflerle; şimdi şimdi duyduğu şeyleri çıkarmaya çalışıyor bir çaba, çoğunlukla kızgın kendine, daha iyisini istiyor. Ama işte tuşlar elinde hamur gibi, sesler kulağında sürekli bir hareket.

Göreceğiz bakalım bu heves ne kadar sürecek?

6 Temmuz 2011 Çarşamba

13 Nisan 2011 Çarşamba

Yatağının Adı


Altı aydır "ben erkeğim" diyen, kızlarla ilgili her şeyi reddeden kızımdan duyduklarıma inanamıyorum. Aramızda geçen bir sohbeti aynen aktarıyorum:

Ben:
Ada'cım sana yeni bir yatak alma vakti geldi. Ne renk olsun yatağın? Tercih ettiğin bir renk var mı?
Ada: Annecim pembe olsun.
Ben: ??? (Pembe en nefret ettiği renk-ti)
Ada: Yok yok beyaz olsun. Yanında da böyle güzel dantelleri olsun.
Ben: ??? (Dantel?!)
Ada: Anne?
Ben: Efendim kızım?
Ada: (Kocaman bir gülümsemeyle) Adı da Burçak olsun mu?

Burçak...

O gün ne pembe giyinmiştin, ne de dantelli bir şeyler; ne bebek oynadınız kızımla, ne evcilik. Ama işte o içini eriten şey, belki de senin sıcaklığın, senin inceliğin, senin duyarlılığın, senin şefkatindi.

Birkaç gün sonrasında da hafif kikirdeyerek, hafif utangaç ne dedi biliyor musun?

- Anne, Maviş'i görmeye gidelim mi? (Doğrusu o an, maviş dediğinde, senin maviş kuşun aklıma gelmemişti) Antalya'ya yani? Burçak'a?

Uzaktasın canım arkadaşım, ama sıcaklığın yanımızda. Biz nasıl ki bu kadar az görüşerek hala "en iyi arkadaş" kaldıysak, kızım da seni neredeyse hiç görmeden bir teyze kazandı. Gerçek bir teyze yani, annesinin kardeşi olandan.

Ne desem bilmiyorum. O gün bugündür seni konuşuyoruz.
(Her defasında içimden ne dilek tutuyorum, tahmin edebilirsin)

İyi ki geldin. Yine gel...

21 Şubat 2011 Pazartesi

Entellektüel Dönem



Bundan öncesi erken ergenlik dönemi idi ise, bu dönem de entellektüel dönem olsa gerek.

Garip şeyler oluyor.

Bugün başıma gelenleri söylesem yeterli herhalde. Sabah: Bir elinde birlikte yattığı miniş kuzusu, diğer elinde bir Piyano Kitabı mahmur bir suratla yanıma geliyor, henüz uykudan sıyrılmamışım, beni dürtüyor, daha doğrusu sarsıyor, uyanayım istiyor: "Annee, hadi uyan, bana notaları öğret, hangisi re'ydi?"

Yine sabah el-yüz yıkama faslında: "Anne, sana bir şey söyliicem: Beni bir konsere götürür müsün? Ama orkestra olsun. Bir de ben de çıkayım, tamam mı?" Şaşırıyorum, çaktırmıyorum. "Hmm, tamam Ada'cım" diyorum. "Senin kadar küçükleri almayabilirler ama bir sorarız, sen sahneye mi çıkmak istiyorsun? "Evet, ben de çalıcam" "Ne çalacaksın Ada'cım?" "Simbal, hani var ya, dat daradaradara, dat dara daradara, dat dara..."

Sonrasında, bu sefer ben hızımı alamıyorum, youtube'u açıyoruz. Bir Dudamel izliyoruz; tamam izliyor, tamam ilgiyle ama tam dört kere "tekrar" diyor. O arada tabii enstürmanları hatmediyor. Pikolo, flüt, korno, trombon, çello, neyi gösterirse kamera artık. Ben de o arada Venezuella'lı varoş çocuklarının başarısına ağlaşıyorum. Ada'ya da anlatmak istiyorum, hani şöyle masal gibi ama o beni durduruyor, müzik dinlerken konuşmamdan hoşlanmıyor.

Ona orkestra yöneten 3 yaşındaki çocuğu açıyorum sonra, ona da bayılıyor, iki-üç kere de onu dinliyoruz. Sonra başka kayıtlar, başka konserler... O arada -hasta olduğu için evde olduğu için- iki küçük öğrencimin üstüste dersini dinliyor. Sus-pus. Arada piyanonun ayna gibi yüzeyinden bakışıyoruz. Gülümsüyor bana.

Hadi bunlar tamam. Müzikle yaşayan bir evin ferdi.

Ama diğeri... Bir garip.

Bugün akşam yemeği bitiminde ağzından çıkan laf: "Hadi anne, Yaşar Kemal okuyalım" (!) "Mustafa'yı ama."

Ben şaşmıyorum ama Fethi şok, anlatmıştım, kendi şahit olmamıştı. Yemekten sonra Yaşar Kemal'in 18 sayfalık Beyaz Pantolon hikayesini okuyorum. Dün iki kere istemişti, bugünü üç kezle kapatıyoruz. Sesim kısılıyor, nefesim tükeniyor-kolay da sayılmaz dili, soru işaretleri beynimde dört dönüyor...

***

Böyle oldu.
Kendini beğendirme kaygısı değil. Çünkü tüm tiyatro becerimi kullanmaya çalışarak, hayret etme güdümü bastırıyorum. Sadece içinden öyle geliyor. Evet evet böyle. Yani "annemi şaşırtayım, aman babama hava atayım" değil durum.

İlle de trompet çalmak istiyor mesela. Ama bu ara Carmen'den dolayı simballere takmış vaziyette. El simballeriyle eşlik ediyor esere ama her gün en az birkaç kere büyük simbal almamız için yalvarıyor. Baktı kafamız karışık, bizden cevap gelmiyor, bu gece Amerika'dan aldırmamı önerdi!

Repertuarın klasikleri normal olarak kafasında ve her gün istek parçaları var, kuyruğumda dolaşarak hem de. Türk Marşı, Für Elise, bir Chopin Nocturne, Vivaldi Mevsimler ama ille de İlkbahar ve son günlerde defalarca Carmen (bu Little Einstein'lardan dolayı repertuarına girdi, bizde duymamıştı hiç). Caz da dinliyoruz, onda da bugünlerde favorisi Sophie Millman, Beautiful Love. Ipod profesörü oldu kendisi.

Arada piyano da çalıyoruz, kitabı koltuğunun altına kapıp, ders almak istediğinde, piyano odasında girince ben, ders aldığını zannediyor gerçekten. Ama değil, çünkü o bana ders veriyor, "şimdi hadi Für Elise çalalım, tamam mı? Ama ben şurdan çalayım!"

Bir de PiyanoMini'ye katılmaya başladı. İki haftadır ders günü, ders öncesinde ve sonrasında bana "Yapıncak Öğretmen" diyor!! (ben de onu yemek istiyorum ama bu başka bir konu)

***

Adakızım'ın bugünlerde yaptığı şeyler; kanını kaynatan, ona heyecan veren şeyler bunlar işte. Yo, yo, büyüyünce müzisyen olacağını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. O konuda net ve ısrarcı: 'Tamiratçı' olacak. Değişmedi yani kararı.

***

Müzisyen olur mu? Bilemem. Henüz çok erken. Ama şu anda bu müziği çok seviyor. Bestecilerle, eserlerle tanışmak en büyük heyecanı. Ve bu tabii ki benim çok hoşuma gidiyor :) Yaşar Kemal'e gelince...

Hmm...

* Kaydetmesem olmazdı, linkler de senin için Adakızım, belki büyüyünce tıklarsın :)

6 Ocak 2011 Perşembe

Müzikle Tazeleniyoruz



Birkaç gündür harıl harıl çalışıyorum. Music Together yeni dönemimiz başlıyor, kolay değil. Yeni yıl, yeni dilekler; yeni şarkılar, yeni müzikler.

Tazelenme...

Zaman su gibi akıp gidiyor. Bu yedinci dönemimiz olacak, inanılır gibi değil! Bebekliklerine şahit olduğum bir sürü miniğin artık birer çocuk olduğunu görüyorum. Bazıları hatta piyanist olma yolunda ilk adımlarını attılar. Çok mutluyum...

İki dönem arası üç hafta tatil fazla geldi. O canlılık, müziğin dokunuşuyla değişen ruh halleri, cıvıltılar her zaman olmalı. Müzik hiç durmamalı.

Baharı şarkılarımızla getirelim, bloglarımıza müzikle bereket getirelim; daha çok yazalım, daha çok çizelim. Daha çok yaşayıp, daha çok gülelim.

Moral dolu bir yazı oldu bu. Müziğin sihri herhalde. Düşününce bile serotonin salgılıyorum :)

27 Aralık 2010 Pazartesi

İyiyiz Hoşuz

Öncelikle,
İyiyim.

Yine kablodan, kordondan girip, üstüne suspus olmam düpedüz ayıp bir olay. Farkındayım. Kontrollerim vardı. Benim yaramaz kalbim, malum... Bir durdu, bir vurdu, hayatımın tuzu biberi oldu geçen günlerde. (Yok, yok, kafiyeden öyle dedim, yoksa çok da vurdulu, kırdılı bir aksiyon olmadı).

Yine.

Tuz biber iyidir, yaşamın önemini idrak ettirir.
Ettim mi? Ettim. Bu konuyu burda kestim mi? E tamam kestim.

*
Yolculuklardaydık yine. Nefes alma, özlem giderme yolculukları. Ankara-İstanbul yolları. Partiler, partiler, düğünler, yemekler... Ordan oraya savrulduk, dans ettik, yorulduk, enerji dolduk, uykumuzdan olduk. İyi geldi. Ada'ya da iyi geldi. Pistte durmaksızın dans eden özgür çocuk modelinde bir çocuk artık Ada. Hani benim eskiden en 'sinir olduğum', şimdi en 'şirin bulduğum model'! Annelik tuhaf şey.

Pek güzel ilk partimiz Ceyda'daydı geçen hafta. Baba tarafı tüm aile, kuzenlerle mesut Ada. Boncuk-ışık harika ağaç, hediyeler, maskeler, mamalar, boğuşmalar... Sonra koşa koşa Ankara'ya döndük, Ceylan'ımızın düğünü, Ada'nın peşinde ablalar, ablaların peşinde Ada ve tabii pistte Ada, uyumayan Ada, mutlu Ada... Sonra da bizim evdeki parti, fazla nüfuslu parti, annemin 70 kişilik klasiği! Çılgın parti, çekilişli, hediyeli, müzikli, danslı, gürültülü ve boool yemekli parti.

Yorgunum. Gerçekten. Sırf geçen hafta 3 kere Ankara-İstanbul yapmışım otobüs, tren. Okumak istiyorum bol bol, bir de yazmak. Aslında bu aralar, iki arada bir derede de olsa, hem okuyorum, hem yazıyorum. Tekdüze hayatımın renklerini kitaplarda buluyorum. Yeni yazarlarla tanışıp heyecanlanıyorum. Başka şeyler de yapıyorum kaçarken, kovalarken: Yeni bir program hazırlıyorum, pre-piano. Bir de güzel isim buldum: piyanomini -beğendiniz mi? 3-5 yaş çocuklar için oyunlu, bireysel ders öncesi piyano hazırlık programı. Music Together'ın bir nevi devamı, Music Together eksi anne-baba, eşittir bir piyano, bir öğretmen ve 2-3 arkadaş. Güzel olacak...

Böyle geçiyor günler işte. Yıl bitiyor, yazısız kalmak olmazdı. Yine yazarım ama bilmiyorum ne zaman. Yakında fotoğraflar eklenecek, söz.

23 Kasım 2010 Salı

Serbest Kürsümsü

Oramdan buramdan kordonlar sarkıyor yine, pantolonuma iliştirilmiş eski walkman kılıklı 'cihaz'la çok coolum, çok. Arada 'bip'liyorum. Bu bipler, elektrodların tene temasta sorun yaşadıklarında verdikleri sinyalmiş. Cumaya kadar böyleyim. Olsun. Kablolarımı, kordonlarımı seviyorum. Şimdilik yani. Daha doğrusu, pozitivite seansındayım 24 saat -onlar da beni sevsin diye tabii, danışıklı dövüş. Mecbur, n'apacaksın?

Ne mi yapacağım? Salı bugün. Tatil!

Salı babaanne günü. Ada için tam gün aktivite demek. Artık bugün at mı olur, lunapark mı; evde yastık-çadır mı, elişi partisi mi; dışarda tren gezisi mi, çarşı-pazar mı bilmem.


Benim için ise bugün, sessizlik demek.
Salıları sessizlik alıyor, sessizliğin bıraktığı huzur da bana kalıyor. Oh!

Amaa... Akşama doğru huzuru kemirmeye başlıyorum beklenmedik. Fazla geliyor bir noktada. Sessizliğiyle beni sarmalayan o pembe huzurdan sıyrılıp, hayatımın fosforlu neşesini kucaklamak istiyorum karşılığında. Gürültüye aş eriyorum kıvıl kıvıl.

Gün uzuyor. Miniğimi özlüyorum.

*
Ama şimdi, sessizlik, evet evet. Kahve eşliğinde -ve de wgbh tabii. Sessizlik dediysek, renksizlik demedik öyle ya? Müzik ve kahve, kitapsız öksüz. Sevgili Arsız Ölüm'ü okuyorum, son birkaç sayfa. Salı'ları kitap kulübü günüm. Bundan sonra Kürk Mantolu Madonna...

Cahil hissediyorum kendimi feci halde. Edebiyatla ne zaman, nasıl yolları ayırdığımın cevabını arıyorum. Tonla mesleki, sayısız sanat, tek tük bilim, üç-beş kişisel gelişim, onlarca da anne-bebek kitabı raflarımda. Edebiyat? Eski günlerimde. Ayda yılda okuduğum üç-beş taneleri saymazsam tabii. Rezalet! Resmen. Bilkent günlerimi hatırlıyorum, kütüphaneyi sömürdüğüm, bir yazara tutulup, tüm kitaplarını gece-gece bitirmeden, yenisini keşfetmediğim günleri. Bilkent'te geçirdiğim onca yılın en büyük karı, o kütüphane idi. Neyse.

Eksiklikler insanda ağırlık yaratıyor.
Şimdi işte, çok ağır kitaplarım var beni bekleyen, sıra sıra...

*
İnsanın kendine dönmesi güzel. Kuzucuğum okula başladığında fark ettim ben de, 'o'ndan başka/bağımsız bir 'ben' olduğunu. Canım kızım, artık sen de kendi başına bir bireysin. Arkadaşlarınla, oyunlarınla, seçimlerinle, zevklerinle. Ben olmayan bir sen. Öyle heyecan veriyor ki seni izlemek. Her yeni gün, bende daha fazla merak uyandırıyor. Şimdi sırada ne var diye bekliyorum.


Ne mutlu bana ki, duygularını ifade edebiliyorsun. Ne şanslıyım ki, sevgini gösterebiliyorsun. Görüyorum ki, adalet ve özveri gibi senin için bulanık olabilecek bazı kavramların pekala da farkındasın. Her gün yeni bir sen yaşıyorum bebeğim. Adakızım, cankuşum. Büyüyorsun, farkında mısın? Farkındasın, farkındasııın...

29 Ekim 2010 Cuma

Zor İş

Bugün erkenden uyandık. Ankara'dayız, kalabalık aile ortamı: Anneanne, dede, nene, büyük hala, büyük teyze. Ada ve ben. Video aleti annemin elinde, Ada dans ediyor, o çekiyor, çekerken de anlatıyor. Laf tabii günün anlam ve önemine geliyor. Biraz sevinçli, biraz hüzünlü olduğumuzu söylüyor annem. Neden üzüntülü, neden sevinçli, sorguluyoruz, biraz tartışıyoruz. Ülkenin durumu, vs.

Babamın dedesi de ilk meclisten. Babaannemden çok dinlemişliğim var Atatürk'ü. Birinci elden yani. Ama babaannem artık yok. Ada'nın onu göremediğine, onun o tatlı sohbetlerine şahit olamadığına bir kez daha üzülüyorum. Atatürk'ü en iyi o anlatırdı diyorum içimden.

Sonra da, 'Hadi' diyorum babama, 'Ada'ya Atatürk'ü anlatın, bugünün önemini, onun anlayacağı dilden' -kendi sorumluluklarımdan bile-isteye kaçarak. Araya laflar giriyor, sanki konu kaynıyor. Bir kez daha dürtüyorum babamı, 'Hadi baba, kaçmayın, en güzel siz anlatırsınız biliyorum'. Babam 'düşünüyorum' diyor, gerçekten düşünüyor. Kafa karışık kolay değil. Düşünceler uzuyor, Ada'ya anlatacağımıza, kendimiz konuşmaya başlıyoruz.

*
Ve... Düşünmeye devam ediyoruz.
Kolay değil 3 yaşındaki bir çocuğa böyle bir konuda söylemek istediklerinizi onun dilinden iletebilmek. Kolay değil bir lideri tanıtmak...

*
Pratik Anne'nin yazısını okudum şimdi. Siz de okuyun, verdiği link'leri de üşenmeyin açın, paylaşın.

28 Ekim 2010 Perşembe

Uyku Hali

Tuhaf bir saat. Evin içinde sükunet; alışık olmadığım ses. Sesinden değil de, yoğunluğundan.
Bu evdeki sessizlik hep gürültü gibi geliyor bana.

*
Dışarda yağmur damlaları, kurşun gibi kuvvetli çarpıyor oraya buraya. İçim ürperiyor ama bir yandan da güzel geliyor: Ev sıcak...

Ada sıkkın, ağlak, ne istediği muğlak. Ben bitkin, yorgun, enerjisi solgun.
Şiir gibi. Ama değil.
Geç saat bende kafiye yaratıyor. Elimde değil.

*
Aslında bu postun gideceği adres belliydi de, beceremedim. Gecenin sarhoşluğundayım.
Sabaha kadar oturmak lazım. Herkes uyuyor ya, ağlayan, ıhlayan kız rüyalarda ya; göz kırpmadan, kıpırdamadan, bir koltuğa kurulup ayak uzatmak lazım.
Kafa dinlemek, kulak dinlendirmek lazım.

Falan filan yani. Aslında gidip uyumak lazım.
Ne yazmak istediklerimi yazabildim, ne Ceyda'nın son çektiği fotoları serpiştirebildim. Yuh olsun bana.

İyi geceler sayın seyirciler.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Gel, Dengeni Görelim :)



Gittik evet. Buz patenine, ilk kez!
Önce ürkek gözlemci, sonra paytak cesurdu.
Komik laflar etmek istiyorum. 'Gurur duyuyorum' gibi. Haha! Annelik komik bir şey...

18 Ekim 2010 Pazartesi

Okul Durumları

Ada haftada üç yarım gün okula gidiyor. İki haftası bitti. Başladığından beri her sabah yanıma gelip, "bugün okul var mı?" diye soruyor. Yok dersem, "Neden?" diyor, ben de açıklıyorum durumu.

Bugün (Pazartesi'leri okulu yok):

- Anne, okul var mı bugün?
- Yok Ada'cım, bugün tatil günün.
- Neden?
- Sen okula mı gitmek istiyorsun?
- Evet (onaylayıcı baş hareketi ile)
- Ama buna alış, her gün gitmiyorsun. Biraz büyümen ve hazır olman gerek.

- Anne?
- Efendim?
- Öğretmenimi arayalım mı?
- ?
- Ona büyüdüğümü söyleyelim. Beni çağırsın, giyinelim okula gidelim.
- (WOW!)

Mesela yani :)

Sanırım hazır!
Kendimi suçlu hissetmeden, onu da fazla bekletmeden, bir de tabii evde birbirimizi gebertmeden (!).
Kasım ayında...
(Böööğ, ağlamak geliyor içimden...)

14 Ekim 2010 Perşembe

Tamirci Abi


Zor gitti okula. Kıyafet meselesi. Ya yazlık modda olmak ya da kafasına uygun sportiflikte arz-ı endam etmek istiyor. 'Abi kıyafetleri istiyorum' diyor ve hiç bir şekilde pastel renkli, çiçekli, etekli kıyafetleri kabul etmiyor. Bazen oyunla, kandırmayla giyerse, kendini beğendiği oluyor ama. Aynadaki aksi ile cilveleşiyor. Ve de koşarken ne yaparsa yapsın, kız gibi koşuyor!

'Büyüyünce tamiratçı olucam' diyor ısrarla, fikrini değiştireceğe de benzemiyor.
Gerçekten de evdeki gerçek veya oyuncak tamir setleriyle pek keyifli dakikalar geçiriyor.


Sürekli program yapıp, onu bir türlü Santral İstanbul'a götürememiştim. Geçtiğimiz haftasonu babasıyla gittiler, çok mutlu olmuş.

12 Ekim 2010 Salı

Tonlama

Ayakları kocaman oldu. İnanılır gibi değil.
Dili de öyle. Kendinden büyük, bazen de haddinden büyük laflar ediyor.

Son birkaç gündür şöyle bir diyalog geçiyor aramızda. Sınırlarımı zorluyor, zorluyor, binbir çeşit çözüm önerim tükendiği anda, dolayısıyla da suların negatif duyguların ağırlığıyla durulduğu anda, yanıma sokuluyor, bacağıma sarılıyor, ya da benden ona sarılmamı istiyor ve patlatıyor:

"Üzülme anne, ben seni seviyorum."
Vurguları tuhaf yerlere koyarak.

Öyle soru işaretleri doğuran bir tonlamayla söylüyor ki, ilgiye ihtiyacı olan o mu, sevgiye ihtiyacı olan ben miyim, karışıyor.

Kafamı karıştırıyor...
Diyalog gerçekleşmiyor.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Elmalı Kırıntı

Ayça'nın blogundaki kurabiye postunu okuyunca "tüh be ben neden foto çekmedim?" dedim. Anıları biriktirmek gerek, görsel hafıza en canlı hafıza sonuçta. Blog alışkanlığımı kaybetmişim.

Anlatayım o zaman: Bugünkü cinnetlik günümün en güzel anı apple crumble maceramızdı. Zaten Ada ne yapbozlarla ilgilendi hayatta; ne rakamlarla, sayılarla; ne resim yapmayı sevdi, ne killerle içli dışlı oldu. İlgi alanları müzik -dolayısıyla dil becerileri ve...

- Ve?
- Ev işleri!

Yıkasın, paklasın, düzenlesin; döksün, çırpsın, koklasın -dolayısıyla yesin tabii; süpürsün, dağıtsın, silsin... İlk eğitimi profesyonel eldendi: Evimizin sultanı Sultan Abla'sından. Şimdi ise, sonradan gelen 'abla'ları pek haklı sebeplerle sepetleyip, guguk kuşu gibi kalan şaşkın annesinin yanında hünerlerini geliştirmek istiyor ama zor, çok zor...

Neyse ki arada yemeğe gidiyor elim. E mecburen. O zaman işte küçük yardımcımdan da faydalanmam şart oluyor. Aktivite olsun da isterse dolma olsun, sarma olsun, değil mi ama?

By Ceyda- Günün anlam ve önemine uydu bu foto

Bugün hayatı "apple crumble"la kurtardık. Miniklerle yapılacak kolay mı kolay, mevsime de uyar mı uyar bir tatlı diyelim.

Ölçüleri kesin karıştırırım ama hatırladığımı söyleyeyim:
(Biz ölçüleri kendimize göre şekillendirdik)

4 elma
250 gr. şeker
200 gr. un
biraz tarçın
150 gr. tereyağ

Elmalar küçükçe doğranıp tencereye atılıyor, üzerine 2-3 kaşık toz şeker, kapağı kapatılıp arada incitmeden karıştırılarak yarım saat pişiyor. Ateşten alınıp, azıcık ezilip soğumaya bırakılıyor.
Başka bir kapta kalan şeker, un, tarçın ve tereyağ ekmek kırıntısı şekline gelecek şekilde hamurlaştırmaksızın yoğruluyor. Elmalar bir fırın kabına alınıyor, üzerine kırıntı dökülüyor ve fırına...
Üstü kızarınca çıkarıp üzerine sütle karıştırdığınız kremayı -dondurma da bir seçenek- döküyorsunuz.

Misss...

*
Uyuyor Ada'cığım, kudurmuş gibiydi yine bugün. Belki de her gün okula gitmesi gerekiyor artık. Her gün parka gidip koştursa da, olmuyor belki artık evde. Durulmuyor. Tırmanması, koşması, bir şeyleri karıştırması, bozması, dağıtması gerekiyor sanki her daim. Tanıyamadığım bir Ada var birkaç gündür karşımda.

Bir de 'ev işlerini çok seviyor' yazıyorum.
Tutarsız anne, cık cık cık...

Yuvarlanmaca

İşaretledikçe rahatlıyor, işaretledikçe hafifliyorum. Bana disiplin iyi geliyor ama belirlediğim günlük programım aksarsa şayet, çalkalanıyorum. Olmuyor. Hayatın arkasından koşturmaya başlamış buluyorum kendimi biraz sonrasında. Yorulmaya başlıyor, geriliyorum.

Tıpkı Ada gibi.

Uykusuna, yemeğine, aktivitesine müdahale yoksa, keyif keka. Şayet doğaçlama bir olay gerçekleşiyorsa, vay halimize... Okuldan uyku saatinin ortasında çıkıyor mesela. O uykunun cazibesinin çekimi ile harap bitap eve koşuyor. Şanslıysa yakalıyor ucundan. Ama uyku bu, hem de "okul-sonrası" uyku, annelerin uyandıramayacağı pembelikte. Uzuyor da uzuyor. Gece yatış saati de beklendik bir şekilde kayıyor da kayıyor.

Sonucunda onun ruhu, benim gözler-kaşlar da kaymaya başlıyor. Sabırlar taşıyor. İnsanız ya.

Ama olmuyor. Olmamalı.
Ama kontrol nereye kadar? Olmalı mı?

*
Üç yıl Tracy'nin de büyük yardımıyla düzen torpilli yaşadık, kolayından. Hem de ne kolayından! Ama hayat çağlaya çağlaya geliyor üstümüze, girdaplara giriyor, çıkıyoruz artık çaresiz. Düzen takipçisi rolümüz, manevracı
bir role dönüştü son zamanlarda. Hayat geliyor, biz iki kıvrım hareket yapıyoruz, kurtulduk kurtulduk; yoksa kriz.

*
Yeni bir dönemdeyiz. Ve bakıyorum da yavaştan öğreniyoruz. Artık hayatı yönetmiyor, hayata adapte oluyoruz. Hissediyorum, eğlenceli bile olabilir.

Göreceğiz... Kutlu olsun.


8 Ekim 2010 Cuma

Kızım Babaannesindeyken...

Bugün bir günah işledim. Sinemaya gittim, tek başıma hem de. Öyle utandım ki yaptığımdan, kimseciklere söyleyemedim.

7 Ekim 2010 Perşembe

İki Hatıra

Madem ki bu sefer açmışım caz radyosunu Chopin üstüne, madem ki nefes alıyorum bir kahve, bir kaçamak çikolatayla; madem ki, Adakızım ağır/bitap uykularda sıcacık ayaklarıyla, madem ki öksürmüyor hatta bugünkü kıyafetsiz yaşam protestosu üzerine; işe yarayayım dedim iki hatıra... Fotoğraflar Ceyda'dan bittabi.