ailemiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ailemiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Aralık 2008 Pazartesi

Ohh be

Kabus gibi rüyalar, bir özlem. Bir özlem. Anlamadım gitti derken...

Döndüler! Anneanne ile dede döndü kızım. Ne güzel de "alo" dedin, ne güzel karşıladın onları bir öpücükle. Uzaktan da olsa, olsun. Az kalmadı mı gitmemize? Cumartesi dersten sonra yoldayız bakalım.

Artık telefon, internet, uzakta olmak daha bir yakın olsa da; telefonla da internetle de ulaşamayınca zor oluyormuş bu iş. Bir de bu kara bulutlu zamanlarda insanın başında binbir düşünce, merak...

*
Geç olsa da sanki yeni yıl kokusu gelmeye başladı burnuma.

19 Aralık 2008 Cuma

Gitti

Ali Abi'yi kaybettik.

Arabada beyin kanaması. Durup dururken, her şey yolundayken. Bir an. O kadar.

Oğlunun, kızının görüntüsü aklımdan çıkmıyor. Ve Leyla Abla'nın sonunda dayanamayarak içini döktüğü sözler:


"Ama bizim bir çiftlik evimiz olacaktı. Torunlarla oynayacaktık bahçesinde. Domates, biber ekecektik..."

Klişe mi geliyor?? Dibine kadar gerçek hayaller, gerçek acı.

Anafikir?

...
Evet.

15 Aralık 2008 Pazartesi

Güne Dair Birkaç Not

Ali Abi'nin kritik durumu devam ediyor ama daha umutluyuz. Ben inanıyorum!

Ada...artık fıkır fıkır, hareketli, meraklı ve çook enerjik bir kız. Karakteri iyice netleşiyor; şaşırıyor, yoruluyoruz!

Ben. Fark ettim ki boş günler iyi gelmiyor bana, hedefsiz, çalışmasız hayat yorgun yapıyor beni. Garip ama gerçek. Bu hep böyleydi, yine öyle. Meşgale gerek, meşgale. Üç gündür bir başağrım var, her zamankinden farklı, muhtemelen tansiyon bişeysi. Evdeysem yataktayım, Ada'nın uyanık olduğu vakitler tüm gücümü ona vereyim istiyorum ama sonra darmadağın oluyorum. O ise en tatlı zamanlarında, her gün yeni bir kelime, yeni bir "cilve". Yazacak çok şey var. Toparlayacak kafa yok.

Olacak.

Bir de annemleri çok özledim bu sefer, öyle böyle değil...

13 Aralık 2008 Cumartesi

Kilise, Tekirdağ, Sydney, Çapa

Harika bir mekan, büyüleyici akustik, güzel bir ses. Müzik paylaşıldıkça güzel.

İlk kaçamak yolculuk. Adakız'la. Tekirdağ'a. Büyükdayılar, can akrabalar, yaşıt küçük kuzen Batu. Akrabalık birlikte olunca daha hissedilir.

Dünyanın bize en uzak noktasında. Anne ve baba. Yaşlılık -siliyorum- orta yaşlılık, gezdikçe eğlenceli, gezdikçe renkli.

Hastanede, yoğun bakımda. Kızı, oğlu yanında. İkinci şansında aşkını, doğru adamı bulan eşi yanında. En tedirgin bekleyişte. Nefes aldığın sürece hayat...
*

Daha çok çalacağım.
Daha çok görüşecekler.
Daha çok gezecekler.
Yaşayacak...

6 Ekim 2008 Pazartesi

Bir Bayram Böyle Geçti

Blog blog olalı böyle tatil görmemişti. Yazacak çok şey vardı, ama vakit?

Huyumuzdur, bu bayram da şehrimizin nöbetini tuttuk. Huyumuzdur, bundan şikayetçi olmadık. Hep beraberdik, mutluyduk; bayram bitti, yorgun düştük, yığıldık.


Güzel geçti aslında. Kalbimden geçen, miniğime cicilerini giydirip, kapı kapı sevenlerinin gününü aydınlatmaktı. Güzel insanlardan bayram coşkusu almak. Bayram havası koklamak hep birlikte.

Kıyamadık miniğime.


İlk gün İstinye'den başlayıp, Bakırköy'de bitecek sahil ve sahilüstü çizgide yaptığımız tam altı ziyarete taşıyamadık miniğimi. Ama ikinci gün kendi kıtamızdaki teyzelerimize hep birlikte gidebildik. Ne iyi oldu! Ada'nın saçtığı gençlik ışığı nasıl da parlatıyor gözlerini. Evlerine, odalarına tazelik geliyor. Öyle diyorlar... Ada da yaşlıları çok seviyor, başka bir huzur geliyor pırpır kalbine, onlarla şakalaşıyor, ciddi suratı hafiften gevşeyiveriyor. Bu ziyaretleri çok seviyorum.

Üçüncü gün aile saaddeti yaptık. Parkta. Aman ne güzeldi! Ceyda'nın fotoğraflarıyla güzel anlar kayda da geçmiş oldu. Bir gece önce de Ceyda karnımıza bayram ettirmişti. Karideslisinden! Mmm.

Sonrasında bol bol misafir ağırladık. Güldük oynadık. Küçükken pek bir kaçtığım bayram ritüellerinden Ada'nın zevk almasını, bu ritüellere kızımın değer vermesini istiyorum. Bu sene pek farkında olmadı haliyle. Gelecek bayramları merak ediyorum.

Geç oldu biliyorum ama kutlu mutlu olsun herkese.

Bunca şey arasında nasıl oldu bilmiyorum, Tracy'de Beşinci Bölüm de bitti! Galiba boş olduğum her an -ama gerçekten her an!- masa başındaydım. Hafif isyan konusu olmaya başladı evde, ama yapacak bir şey yok, çalışmaya devam...

23 Eylül 2008 Salı

Yaşlı Ağaçlar ve Gökyüzü

Geçen yıl bu vakitleri özlüyorum. İki aylık bebeğimle Ankara'dan evimize döndüğümüz günleri. Birbirimize alışmamızı, şaşkınlıklara yer vermeden, her anın farkında olarak, sonrasını bilerek, bunun için heyecanlanarak, keyiflenerek geçirdiğimiz günleri. O günlerdeki minik, narin, tatlı bir mucize olan küçücük hanımefendiyi düşünüyorum.

Adakızım her yeniliğe kolayca uyum sağlayan, sıcacık bir candı evimizde, kucağımızda. Biz de o aşkı doya doya yaşayan iki
mutlu insan.

Daha hastanede gece-gündüz farkını bilerek başlamıştı hayata sanki. Tabii ilk günlerde sık sık emzirdim ama daha ikinci ayında tüm gece uyumaya başladı, sadece bir kez uyanarak. Saat 04'te.

Geçen gece yine aynı saatte uyandım kendi kendime. Yine mutfak penceremizin önüne gidip, dışarıdaki serin havada hafifçe salınan yaşlı ağaçları ve gökyüzünü seyre daldım. Sonra h
er gece beni orda görüp bana şaşıp şaşmadığını -o evde her sabah 4'de bir şeyler oluyor diye düşünebilirdi pekala- düşündüğüm güvenlik görevlisinin kulübesine gitti gözüm. Bu sene de aynı kişi mi görevli acaba? Eğer öyleyse o evde bir şeylerin aynı olmadığını görebilirdi kolayca.

Ada eskiden olduğu gibi tam da o saatte uyanmadı. Tam bir yıldır yaptığı gibi kesintisiz uykusuna devam etti. Özledim.

Geçen sene de özlerdim.

Geceleri zor geçerdi. 4'te kalkacağını bildiğim için heyecanla 3.30'da uyanır, sabırsızlıkla ondan gelecek ilk sesi beklerdim. Kızımı alayım kucağıma, çekeyim mis kokusunu içime, sıkı sıkı sarılayım diye. Sonra gözüm dolardı, yüzüme kocaman bir gülümseme konardı onu emzirirken. Miniği seyrederdim. O an hiç bitmesin isterdim.

Ameliyatla sonuçlanacak kalp ve solunum rahatsızlığım nedeniyle gani gani akan sütüm erkenden azalıverdi. Beni hiç hazırlamadan. Yine de dokuz ay emzirdim Ada'yı, son aylarda sadece tek bir damlanın peşine düşerek; o anı geçmişe teslim etmemek için erken erken. Şimdi kitapta okuyorum, bebeğinin büyüdüğünü zor kabul etmekle ilişkilendiriliyor bu tip hareketler.


Bebeğim büyüyor. Kabul etmek zor. Geçen senenin o narin hanımefendisi, eli ağır hırçın bir kıza dönüşüyor gün be gün! Hayatı keşfetmenin, çevresiyle ilişki kurmanın telaşında, her ana koca bir imza atma yarışında minik Ada.


Bazen yine onu -o savunmasız halinde olduğu gibi- sıkı sıkı içime almak istiyorum. Kucağıma yatırıp onunla bir olmak. Oysa ki artık Ada'nın içi kıpır kıpır. Yeni heyecanlar var kapımızda... Bekliyorum.

22 Eylül 2008 Pazartesi

Aklım Anneliğin İlk Günlerinde

Bu aralar aklım bir yıl öncesinde. İki aylık bir minik kuş, iki aylık mutlu bir anne. Aklım geçen yılın hayal ötesi duygularında, en güzel soğuk geceleri seyreden sıcacık evimizde, her günün getirdiği yeni renklerde.















Duygular yoğun, uzun yazmak gerek.



18 Eylül 2008 Perşembe

Küçük Ada Büyük Ada

16 Eylül 2008 Salı

Yeni Mevsim, Yeni Hayat

Sıccaaak bir gün. Yapış yapış...

Yine de, biliyorum kızdıracağım ama, kışın gelmesini istemiyorum. Tamam o kadar sıcak ki nefes alamıyorum, tamam ne giysem ter içinde kalıyorum, tamam kalbim de pek memnun değil bu işten; ama henüz yazı yaşayamadık ki biz. Şöyle tuzlu suyuyla, güneş kremi kokusuyla, çıtır çıtır kumuyla... Olmadı. Olamazdı zaten. Okudukça blogları imrendim, o bebeklerle o annelerle sahillere indim, yazı kokladım. Ben de yüzmek istedim mintoşumla şapur şupur. Kumdan kaleler yapmak istedim ya da. Ama n'apalım, mümkün olmadı.


Olsun. İstekler dursun bir kenarda. Şimdi ileri bakma vakti.

Hava 30 küsur derece de olsa, yüzümüzü döndük yeni mevsime. Yeni başlangıçlar mevsimine. Kimin blogunda okudum, benim için yeni yıl Eylül'dür diye. Bu sene Ekim'e ertelenmiş olsa da, benim için de öyledir. Ekim'in 14'ü ise ameliyat sonrası verilen 3 aylık iyileşme süremin sonu.

Yeni hayatımın başlangıcı bir anlamda.


Çoğunlukla benim olayların etkileri sonucu, şimdiye kadar yuvarlanıp gittik bir bakıma. Yine de, bu kadar uzun sürer miymiş, bir "ayar bulmak" şaşıyorum. Ama işte ailecek kıvrıla kıvrıla düzene giriyoruz, çukurlara gire çıka düz yollara kavuşuyoruz. O arada da canımız miniğimizi büyütüyoruz. Tüm hızıyla değişiveren büyüme çizgisini, algı gelişimini, yeni becerilerini izliyoruz. Hayretle.

Sıcak bir gün, yazı yaşayamadım, kışı özlemiyorum, ama sonbaharı bekliyorum. Kızımla çıtır çıtır yapraklara basacağımız günleri. Ciğerlerime serin havayı çekeceğim yürüyüşleri. Adakız'ımla beraber kucaklayacağımız yeni hayatımızı. Hadi rüzgar, es bu tarafa, serinliğinle beraber güzelliklerini getir bize.

15 Eylül 2008 Pazartesi

Maaile Büyükada

Geldi, iki haftaya yakın kaldı, kızını toparladı ve biraz önce gitti. Giderken "gözüm arkada kalmayacak" dedi.


Ankara takımı tam olmalıydı, haftasonu da hastanedeki melekler kalkıp İstanbul'a geldiler. Moral vermeye. Bana huzur, Ada'ya bayram yaşattılar. Teşekkür ettim hepsine can-ı gönülden. Onlar da teşekkür ettiler Ada gibi bir kız doğurduğum ve onunla böyle güzel bir haftasonu geçirebildikleri için.

İnsanın bazen desteğe ihtiyacı oluyor. Bazen aile, bazen arkadaşlar imdada yetişiyor. Büyümeye gebe sorunlar daha gözükmeden siliniyor, unutulup gidiyor.

Annemin gözü gerçekten arkada kalmayacak gibi görünüyor. Bizim için, çekirdek ailemiz için yeni bir dönem başlıyor. Öyle hissediyorum...

*
Haftasonu Büyükada'daydık. Yazın son günleri. Ada havası minik Ada'ya çok iyi geldi. Denize girdi, toprakta yuvarlandı. Kalabalıkla şenlendi. Hastalıktan bocalamış uyku düzeni rayına girmeye başladı. Bense ne dinlendim, ne yoğunlaşıp çeviriye kafamı verdim. Ama bolca piyano çaldım, kuş sesleri eşliğinde, geceyarılarına kadar. Ne iyi geldi...

Ufaktan br fotoğraf krizi yaşıyoruz. Krizden çıkar çıkmaz buraları renklendirmek üzere tekrar uğrayacağım.

3 Eylül 2008 Çarşamba

İlk Aşk

İşte öyle bir ilişki. Babasına aşık!

Bir "baba" deyişi var, o "baba" duygularının ne boyutta olduğuna en büyük kanıt. Nasıl sevgi kokar bir kelime. Nasıl değer taşar o kelimeden. Şaşmamak elde değil.


Ada henüz "anne" demedi. Dedi evet biri ameliyat dönüşü, o krizli kavuşma anında, gözünden boncuk boncuk yaşlar dökülürken, biri de Ankara'ya dönerken. Büyük olaylara denk gelmesinin tesadüf olduğunu düşünüyorum.

"Anne"yi geçelim zaten. O aşka gelelim. Babaları kızların ilk aşkıdır derler ya. Doğru işte, görüyorum. Gayet açık ve net.

Biz birlikteyken sorun yok, biz de aşk yaşıyoruz hatta, anne-kız aşkı. Ama ne zaman ki baba geliyor -zaten gelmesiyle tiz bir çığlık, en aydınlık gülümseme ve en hakiki heyecan ürpertisi apaçık dökülüyor ortalığa- eller kollar "anne"den kaçıp "baba"yla kavuşuyor. "Baba"nın kucağı "anne" kucağından bir anda daha sıcak geliyor.

Anne hem seviniyor, hem üzülüyor bu duruma. Üzülüyor yanlış kelime, ama şaşakalıyor işte elinde değil...


Ada bugünlerde mutsuz bir bebek. Doğa -ve sokak- çocukluğundan sonra, apartman çocukluğu yaramadı miniğime. Komün hayattan sonra, çekirdek aile hayatı da çekici gelmedi anlaşılan. Bir yandan hayatındaki çifte değişiklikler, bir yandan damağını zorlayan ekşi acılar... Zor bir zaman geçiriyor minik kızım. Öyle zor ki, bazen baba kucağı bile sakinleşmesine yetmiyor...

1 Eylül 2008 Pazartesi

Kriz

Bir şeyler ters gitti mi, gidiyor...

Bugün yeni yardımcımızla tanışacaktık. Artık bir lüks değil, bir muhtaç olma durumu söz konusu. Baba işe gidiyor, ben ve Ada'cığım evdeyiz. Ama onu kaldıramadığım için durumumuz vahim. Ne tuvalete götürebiliyorum, ne yatırabiliyorum. Ne kriz durumunda sakinleştirebiliyorum. Elim kolum bağlı derler ya, tam da öyle.

Gelmedi.
Ulaşamıyorum.
Bilmiyorum.

Neden böyle yapıyorlar anlaşılır gibi değil. Gelemeyecekleri durumda en azından neden haber verip aramıyorlar kafam almıyor. Şu an Fethi içerde, Ada'yı yatırmaya çalışıyor. Ada ise bir şeyleri hissetmiş gibi, kırk yıllık yatağını tatilden sonra yadırgadığı için uyuyamıyor.

Elbet düzelecek ama nasıl, ne şekilde?

29 Ağustos 2008 Cuma

Zor Geldi

Aç gözünü ordasın, aç gözünü burda. Orası dağın başı, çimi, taşı; kuru havası, serin gecesi... Orda şefkat, orda sohbet; burda sessiz koca şehir...

Orada çocuk, burada kadınsın. Orada hasta, burada iştesin.

Derler ya "evinin hanımı, çocuğunun anası", işte o vakit geldi. Geldim Ankara'dan Istanbul'a. Karmaşa, kargaşa... Geçiş zor. Gelmediler ki şöyle iki gün, yumuşaak bir geçiş yapayım.

Derler ya annelerimiz babalarımız "sen kazık kadar olsan da benim hala bebeğimsin", o durum. Hastalığımda, ameliyatımda, en çok da sonrasında rahat ettirdiler beni. Nekahat dönemimde daldığım gelecek planlarımda, şikayet etmeyen kulaklar oldular -çok destek göstermeseler de. Dinlediler. O da yetti, iyi geldi.

Şimdi düdük gibi burdayım. Miniğimsiz. Kucağıma alamıyorum diye, birlikte gelemedik kızımla. Pazar günü babasıyla gelecek. Aydınlığım kuzum yok ya, günüm karanlık. Olmuyor işte onsuz, gün ışıldamıyor. Ameliyat ayrılığı bile böyle üzmemişti. Gözüm yaşarıyor.

Pek duygusal durumlar. İşler fena. Kelime anlamıyla "işler de fena" Amerika'dan yaptığım 190 dolarlık bir enstürman alışverişine 420 dolar vermem gerekiyor. Gümrükten çıksın diye. Aklım almıyor, yanlıştır diyorum. Kafam bulanıyor. Her iş zor. An geliyor, kaçmak, pes etmek istiyorum.

İstanbul karanlık geldi. Dönüş ani ve plansız oldu, iyi gelmedi. Özlemem gerekirdi belki. Ya da terk ettiğim kara şehrinden bıkmam. Olmadı.

Ankara'da olsam, paşa paşa tercümemi yapıyor, "iş"lere çalışıyor olacaktım masa başı. İki saatte bir, az şekerli molası verip, çınar altında yatıyor olacaktım. Akşam yemeli-içmeli sohbetlerde ahkam kesiyor olacaktım. Küçük mintoşumu tutup elinden, çim çim yürütüyor olacaktım. İki dakikada bir buzdolabından otlanıyor olacaktım, beyaz odanın beyazında renk renk dergilere dalıyor olacaktım. Tım, tim...

Dımmm.

Burdayım, halısı eşyası kalkmış yazlık "kışlık ev"de. Sıcak. Nemli. Boş. Sessiz. Buzdolabı boş, beni bekler. Kahve çay bitmiş, alışveriş der. Çamaşırlar dağ. Bavullar fora. Akşam yemeği diye bir şey var sonra. Daha doğrusu "yok" hala...offf büyümek zor geldi birden. Bir günde hastadan, sağlıklıya dönmek de...

Alışmam gerekiyordu, alıştırılmam. Ama işte orda anasının kuzusuydum, babasının canı; burda kocasının karısı. Şekil değişti. Diyorum ya...

Zor geldi.

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Geziyoruz

Bloglara bakıyorum da, anneler yolda, bebeler sırtta. Tüm anneler-bebekler-arada babalar, hepsi yurdumun bir güzel köşesinde; ya dağların tepesinde, ya denizlerin derininde...

Ama işte, biz de geziyoruz Ada'yla birlikte.

Çınarın gölgesinden, anneannenin koynuna; kayısının dibinden, güneşin alnına... Uzun yolculuklar da yapıyoruz hem; bahçeden yatak odasına, beyaz odadan büyükannenin kartal yuvasına! Tabana kuvvet hem de. Şimdi merdivenlere dadandık mesela. Küçücük tombul teyzeler gibi Adakız. Ama onlar gibi her basamağa tek ayak-diğeri yanına-dinlen yapmıyor. Her basamağı tek adımla çıkıyor mintoş. Bir sağ, bir sol. Küçücük bedene dev adımlar yani.

Eğleniyoruz.


Ada katlararası ve bahçedeki rüzgarlı-güneşli-gölgeli-kuytu köşeler arası gezedursun, annesi de kendi çapında gezintilere çıkıyor. Kah internette, kah tarihte. Tarihte diyorum çünkü bugünlerin heyecanı tam da bu. Bakalım nasıl becerip de açacağız? olan Salon Sanat'ta vermeyi planladığım iki dersin aylık programlarını çıkartıyorum. "Resimlerdeki Melodiler" ve "Müzik Tarihine Yolculuk" seminerleri. Biliyorum adlar pek romantik, ama pek teknik olmasını kim istiyor ki?

İsteğim planlı programlı olup, her hafta ne işlenecek, sohbetler ne konuda olacak, hangi resim örnekleri izlenecek, hangi müzik eserleri dinlenecek önden belirlemek. Yazdıkça heyecanlanıyor, yazdıkça sabırsızlanıp, birilerini karşıma oturtup anlatmak istiyorum. Hocanımlık damarlarıma işlemiş... Ders vermeyi özlüyorum.

Az kaldı işte. Bitiyor tatil. İstanbul kollarını açmış, bizi bekliyor. İşler dizi dizi önümde. Kalbim sabırsızca çarpıyor.

19 Ağustos 2008 Salı

Öcü Göz

Bir süredir her günüm bir diğerinin aynı. Mecbur. İyileşme devresi. Dışarı çıkıp aleme dalacak halim yok tabii. Dolayısıyla değişmez mekan, evimiz -Ankara'daki evimiz, anne-baba evi. Güzel olan yazlık ev kılıklı bir yer olması. Hayatımız bahçede geçiyor. Temiz hava, bol güneş, tatlı sohbet, bol yemek... Gelenle gidenle sosyal hayatımız renkleniyor. Lakin benim bir yere çıkabildiğim yok.

En büyük olay hastaneye gitmek. Demektir ki; daha usturuplu giyinmek, arabaya binmek, şehre inmek. Buraya kadar heyecanlı da, sonrasında iş yok: Kol uzatmak, kan aldırmak. Aldıramamak, çünkü damar bulduramamak...

Dün yine aynı rutini gerçekleştirmek üzere yollara düştük ama ekipte biri daha vardı: 89'luk altın kız anneannem. Neden? Çünkü sabah bir kalktık, bir gözü kıpkırmızı kan, öcü gibi bakıyor bize. Randevu aldık, hazır hastane günü, birlikte gidelim dedik. Benim hikaye yine aynı geçti. Aldır, aldırama, buldur, buldurama; bir on gün sonra "yine buyrunuz" denildi, teşekkür edildi. Anneannemin doktor ziyaretine sıra geldi.

Uzatmıyorum ve devam ediyorum. Doktorla anneanne arasındaki dialog:
-Çok önemli bir şey değil, damarlarda böyle tepkilere rastlıyoruz.
-Evet?
-Bazı nedenlerden dolayı olabilir.
-Ne acaba?
-Mesela son zamanlarda ağır bir şey kaldırdınız mı?
-????

Haha, Adakız'ın ilk enkazı anneannem! Diyordum "almayın anneanne, ağır bu kız, bir yerinize bir şey olacak". Anneannem dinlemiyor, artık 11.5 mu 12 mi kiloluk tombiki kucaklamaya çalışmaya devam ediyordu. Sen misin haltercilere özenen? Oldu olan, gözlere doldu dolan. Şimdi anneannem Ada'nın patlattığı öcü gözlerindeki kanı def etmek için 3 hafta damla kullanacak. Ve...artık Ada'yı -maalesef- kucağa almayacak (varan 2).

Siz siz olun, yaşlı büyüklerinize minikleri taşıtmayın. Hadi biz gözle kurtardık paçayı, beli çıkan, sırtı tutulan n'apsın?

14 Ağustos 2008 Perşembe

Eve Gidesi

Akşam 6'da yemeğini yer. Canavar ya, en fazla 10 dakika sürer. Günün çoğunu yürüme alıştırmalarına ayırıp dağ bayır dolaştığı için, hafiften yorgun düşmüş durumdadır. Biraz müzik dinleyip, iki dans eder. Biraz kucak sohbeti, biraz yer aktivitesi yapar. Sonra...

Sonra bir noktaya dikiverir gözünü, cin gözlerin feri gider. Bu ilk işarettir. Ardından ilk esneme gelir. Hane halkı birbirinin gözlerine bakar, sonra da saate. Erkense yandık çünkü, en erken 7'de uyuması gerek ya; daha erken uyursa, sabahın 5'inde uyanma olasılığı vardır ya; kimse uykusundan feragat etmek istemez ya...


İkinci esneme gelir. Vakittir.
**
"Geçmiş zaman olur ki"ye giderseeek...

Anne Ada'yı kucağına alır, 2 aylıktan beri günde beş kere anlattığı masalına başlar. En yumuşak ses tonuyla. Bebeğinin kafasını iyice göğsüne bastırır, kah saçını okşar, kah sırtını sıvazlar. Yavaaş yavaş odasına doğru giderler.

"Adakız'ın uykusu gelmiiiş, mışııııl mışıl uyumak istermiiiş, çok güzel rüyalar görmek istermiiiş".

Adakız'ın kafası iyice düşer. Annesi antredeki aynaya kaçak bir bakış atar, sarkmış yanaklarını görür Ada'nın, Ada'nınsa hiç bir şey göresi yoktur. Aynaya bakmaması uykuya hazır olduğunun başka bir işaretidir.

Annesi masal eşliğinde Ada'yı odasına götürür. Adakız'ı yavaşça yatağına bırakır. O kucaktan yatağa geçerken, baş parmağı da ağzına geçiş yapar. Adakız parmak emmez, ama parmağını ağzına almadan da uykuya geçmez. Çözün çözebilirseniz. Parmak ağızdaysa, uyku yakındadır. Annesi eğilir bir öpücük kondurur yanağına, küçük. Adakız parmağını ağzından çeker ve gülümser. Parmak yine ağzına girer. Anne "İyi uykular canım kızım" der ve usuuuulca odadan çıkar.

Adakız mışıl mışıl uykusuna dalar.
**
Şimdi mi?
Şimdi şekil biraz değişik. Diyorum ya evde iş bölümü var. Sabah faslı dedeninse, yatırma faslı da anneannenin. Ama evde herkes çürük! Dedesinin beli çürük, anneanne oldu olası nazenin ve güçsüz, elinde değil. Büyükanne var canavar gibi, bıraksak o kaldırıp yatıracak ama...o da 89 yaşında! İnsanın bir uyarası geliyor Ada'yı kucağına aldığında.

Babam aldığında bir "aah" patlatıyor, beline kramp giriyor. Annem aldığında, benzi sararıp, yüzü sarkıyor; ödüm kopuyor, ikisi birden yere yığılacak diye, belli ki 12 kiloyu kaldıramıyor. Anneannem alsın istemiyorum, dedim ya yaş 89... Yani uzun lafın kısası, şeytan diyor, boşver kalbi, kaburgaları, dikişleri. Al kızını kucağına! Hane halkından daha "çürük" olabilir misin?

Korkuyorum tabii. Daha vakit değil ki. Ama çok da yorduk bizimkileri. Eve gidesim var, iyileşesim var. Kızımı kucağıma alıp, iyi uykular diyesim var.

Bu aralar vıcırdayarak uyuyor, ona kızgınım aslında. Ben yatırabilsem onu, yine eskisi gibi huzur içinde uykuya dalacakmış gibi geliyor. Belki de böyle olacak bundan sonra, belki de büyüyor... Bu miniklerin her anı her anına uymuyor.

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Elele

Ada sabahları şakıyarak uyanır. Yani bir 10-15 dakika, bazen daha fazla, şarkılar söyler, kendi kendine kahkahalar atar. Yanına gitmeyiz, günü karşılama keyfini yaşasın isteriz. Saat 7'ye 1-2 kala ama çoğunlukla tam da 7'de sesi sivrileşir, hafif kızgın ve crescendo'lu bir "aa" çeker. Vakittir.

Dışardan hafif şarkılar söyleyerek yaklaşırım kapısına, sesimi duyunca kızgın "aa" çığlığı, sabırsız kahkaha çığlıklarına döner birden. İçeriye girerim. Karşımda duran manzara, mucizenin manzarasıdır. Gözünde tarif edilmez bir sevgiyle çırpım çırpım çırpınan bir minik kız. Alırım onu kucağıma, öpüşür koklaşırız, sonra pencereye yönelir, ağaçlara, kuşlara, kedilere, köpeklere, komşulara selamımızı yollarız.

Geçmiş zamanın hikayesi...
Şimdi işler biraz değişik.

Ada sabahları yine şakıyarak uyanıyor. "Aaa" çığlığını duyan hane halkı, yine de benim onayımı almadan içeri girmiyor. Görev hafta hafta el değiştiriyor. Birkaç haftadır dede görüyor minik kızın ilk çırpınışlarını. Kendine uzanan kollardan o tutuyor kaldırıyor, ilk öpücüğünü o veriyor. Ben mi? Söylemiştim ya, ben eşantiyon anneyim. Her olayda yanında, ama ille birinin kuyruğundayım. Yine de gelişmeler var bu ilişkide. Ada'da bir algı değişikliği, bir sevgi yoğunlaşması yaşıyoruz, gözle görülür. En çok da bana (babası yoksa tabii!). Üç gündür yani.

Elimden tutuyor miniğim. Her daim. Arabasıyla dışarda yürüyüşe çıkıyoruz, annem arabasını itiyor, Ada'nın eli elimde. Öyle istiyor. Büyükanne, hala veya dede kucağına alıp, bahçe turu yaptırıyor, bu çiçek, bu böcek; Ada'nın eli elimde. Öyle istiyor. Biri onu yürütüyor, ille öteki eliyle benim elimi tutmak için çırpınıyor. Öyle istiyor.

Eli elimde, gözü gözümde, bir gülümseme dünyaya bedel. En mutlu eşantiyon anne ben miyim bu dünyada?

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Kalp ve Nefes

Küçük bir kalpti. Genç, güzel, alımlı. Herkese verecek sevgisi vardı. Alabildiği kadarını da içine alırdı. Çok çarptı, çok yoruldu. Gün geldi üzüntülerle tanıştı. Gün geldi, sıkıntılarla savaştı.

Yoruldu. Sevmedi kendini.

Dediler sana bir bakım gerek, alımına alım gerek. Düşündü, tamam dedi. Canını çok yakmışlardı ama onu süslemiş, bir de "her şeye iyi gelecek bir yüzük" takmışlardı. Hazırdı: Kızı oldu, adı Ada.

Gençleştiği için doğurabilmişti.
Doğurduğu için yaşlandı.

Kızı bir yaşına gelmeden çoook yorgun düştü. Karardı, sıkıldı, büyümeye başladı. Yeniden. Dediler gel yine seni süsleyelim, sana gençlik yakışır, sana güzellik yakışır. Hem bu sefer yüzüğünü alalım, sana tiktak bir saat takalım. Her tik'inde Ada'na sarıl, her tak'ında hayatına şükret. Dedi canım yine yanacak mı? Sustular. Anladı. Ama onlara o sefer de inanmıştı, yine inandı. Aynaya baktı ve geliyorum dedi.

***

Büyük bir nefesti. Tüm renklerde balonlar şişiren, denizin kokusunu derinliğinin en dibine çeken. Kısrak gibi koşan, dalgalar gibi coşan. Tazeydi, ferahtı. Ama bir gün geldi, titremeye başladı, sarardı, soldu. Yoruldu. Ne kokuları duyar oldu, ne iki kelime laf için kendini toplar oldu. Uykuları gitti. Yitti.

Dediler sana yorgunluk yakışmaz, bizim bildiğimiz nefes bakımsız dolaşmaz. Tamam dedi. İyi ki gitti. Sonrasında bir kızı oldu, adı Ada.

Gençleştiği için doğurabilmişti.
Doğurduğu için yaşlandı.

Dediler gel yine.
...


Hikaye bööyle devam etti. 4.5 yıl aradan sonra ikinci kalp ameliyatımı oldum. Kabullenerek, iyi olacağıma inanarak. Farklı düşüncelerle, fakat ilginçtir korkmadan.


Şu an yine alımlı ve güzel bir kalbim var. Ve çok değerli bir saatim (yeni kalp kapakçığım), ömrüm boyunca her tik'inde Adakızım'a sarılacağım, her tak'ında hayata şükredeceğim. Sonra o kayalar ardından zar zor, güç bela anca içime çekebildiğim nefesim, tekrar taze ve ferah.


... Daha değil, doğru; ama ameliyat iyi geçti ve düzelmem yakındır. Sadece delik deşik vücudum biraz yorgun şimdilik. Buralarda olacağım ama ne zaman tekrar yazacağım bilmiyorum.


Lütfen kalbinizin ve nefesinizin değerini bilin. Hepinizi çok seviyorum. Bana ne kadar moral verdiğinizi anlatamam. Her şey için teşekkürler.

6 Temmuz 2008 Pazar

Eşik Deşik

Tamam belki becerip toz pembe bakabiliyorum dünyaya da; dünya bazen aynı şekilde bakmıyor bana, n'apayım?

Hayat bu diyoruz. Hep pembe değil.
Bu aralar lacivert mesela bu tarafta, ultramarine blue ve hatta. Işıklıdır ya o, ışığı gitmesin hiç değilse, tek derdim. Yo, kızım hala pembe merak etmeyin, toz pembe, çingene pembesi, elma şeker pembesi... Kararan benim azıcık. Elif Şafak'ın "eşik" meselesi vardır ya, oralardayım, düşün dur. Geçen hafta öyle dedi doktorum zaten, "eşikteyiz". "Eşiktesin" tabii aslı, 'biz' deyince yumuşuyor ya biraz.

Dün Ankara'ya geldik. Fıkır fıkır bir uçak yolculuğu, indiğimizde yine bizimki Şeker Kız Candy. İnsanlar sohbet etrafta.
-Ankara'da mı oturuyorsunuz?
Yo hayır, İstanbul
-Aaa o zaman tatile geldiniz, ya da ziyarete
Yo hayır, ameliyat olmaya geldim de...

Nedense sesim içime kaçıyor gibi çıkıyor, boğazım düğümleniveriyor.

Biraz tatsız bu aralar hayat, ama ben iyiyim merak etmeyin.

Bakır

Ne yapmam gerek bilmiyorum.

O kadar çok şey beynimde. Olan biten tonla...
Elim gitmiyor, bilgisayarı bile açmıyorum.

An geliyor, yazmak istiyorum deli...
Mantık geliyor, sus daha iyi diyor.

Yer demir, gök bakır.