6 Eylül 2009 Pazar

Vanilyalı Dondurma

Tüller uçuşuyor. Kapılar çarpıyor ardarda. Rüzgaaaar...
Hava serin. Yağmur geliyor diyor gazeteler.
Bloglarda eve dönmekten memnun, sonbahar kokusunun takibinde anneler...

*

Dışındayım bu sahnelerin. Panik halindeyim kıvrım kıvrım. İtiraf etmem gerekiyor:

Ben tatil yapmadım.
Tekrar ediyorum "ben...tatil...yapmadım" Vurgulu okuyun. Bir zahmet n'olur.

İki tepkiyi duyar gibiyim: "Hangimiz tatil yaptık ki?!" ve "Yaptın ya tatil!!"

İkisine de cevabım hazır. İşte: Bana göre denize ayağını sokmuş herkes tatil yapmış sayılır. (ona bile razıyım yani) ve. Ben denize ayağımı sokmadım. Sokamadım. Deniz yoktu.

Ankara'daydım. Remember? Well... I remember.
(Neden İnglizce? Kafa bulanıklığı. Yorgunluk sersemliği. Kayıtsız ruh hali olsa gerek).

*

Yani evet yana yakıla Ankara'ya gittim. Geçen senenin hayata dönüş coşkusunu yaşadığım hareketsiz saatlerinde, yaşatılan konfor ve şefkat (annem, annem, canım annem) bana bir yanılsama yaşatmış anlaşılan tüm kış diliminde. Hayal edip durmuşum Ankara'yı, yazlık mekan niyetine. An-ka-ra'yı!!!

Üzgünüm Ankara, hatlar kesildi. İlişkimiz burada bitti. Kışa yakışıyorsun ama yaza asla. Baharda parlıyorsun lezzet-muhabbet ama sıcakta mat ve soğuksun! Yo saçmalamıyorum.

Anlatayım: Sıcakta Ankara soğuk! Böyle bir durum. Güneş yakıyor, gölgede donuyorsun. Bikini giyip havuzda salınıyorsun bir çalım, sonra parmak ucunu soğuktan suya sokamıyorsun. Öğlen pişip bahçede yemek yiyemiyorsun bir keyif. Akşam oldu da bir heyecan dışarda bir şeyler içmeye kalksan, çenen takırdıyor soğuktan.

Offf...

Biraz düşündükten sonra... Bir itiraf daha sırada (boynu bükük ruh hali geldi yine): Galiba suç Ankara'da değil, deli dolu olmayan ruhumda. Beni dürtmeyen ümit bağladıklarımda. Kafamdaki bin tilkide, çabada, kararsızlıkta. Ertelemelere izin veren mantıksız mantığımda. Kemik kemik sorumluluklarımda.

Geçti yaz. Eh bravo. Tüller uçuşuyor. Kapılar çarpıyor ardarda. Rüzgaaar...
Düşün Yapıncak. Az düşündün, biraz daha düşün.
Belki bir gün gidersin tatile...

2 Eylül 2009 Çarşamba

Fıkra Sanki!

İkea'ya gittim, miniğe bir sürü ıvır zıvır aldım. Ama beni heyecanlandıran, aldığım resim önlüğü ile renkli tebeşirler ve beyaz tahtalık gazlı kalemler. Kaç zamandır paketten çıkmayı bekleyen halasının hediyesi şövaleyi kuracağız, kolay mı?

Ada heyecanlı. Pakette ne var? Neler yapacağız? Fıkır fıkır etrafımda dönüyor. Sabırsız.
Soruları da sabırsız.

Soruyor:


- Bu ne?
- Resim tahtası bebeğim.

- Açalım.

- Tamam kızım yavaş yavaş.

- Bu ne?

- Gazlı kalemler kızım. Acele etme, gel birlikte açalım.
- Açalım, açalımmm!! (Saldırıyor)

Olmayan sabrı taşmak üzere. Evet, evet kriz yaklaşıyor, hissediyorum.


- Bu ne?
- Bu da tebeşir Adacım.


Ve o noktada sabrı taşıyor. Yüz kıpkırmızı kesiliyor, eller yumruk olmuş, sıkıyor da sıkıyor, taş olsa elinde, parçalandı. Vücut yay gibi geriliyor. Ve çığlık geliyor.

- IIııı, hayırrr, tebeş-MEZZZ!


*


Bal gibi de tebeşti!

:)


Adakız güzel güzel resimler yaptı. Annesi gururla ressam kızının (!) fotosunu cep telefonuyla çekti. Ama sonraa... Bluetooth'la bilgisayara taşımayı beceremedi (yarım saatir kuduruyorum!). Bu masal da resimsiz olarak burda bitti.

...diyecekkeeen, biter mi resimsiz? Ceyda öyle güzel resimler çekti ki dün. En sevdiklerimden biri aşağıda:


(değiştirdim evet)

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Bugünlerde... Her Gün Bir Renk


Oldu bile, Adakızım 25 aylık oldu. Göz aç, kapa. Bir daha aç. A a??
Bir ay geçmiş...


Mintoşum koca kız, her gün değişim içinde. Bir gün uyanıyor boyu uzamış, bir gün uyanıyor bakışta bir değişim, sanki koca gözbebekleri biraz daha büyümüş.
Bir gün uyanıyor, mız ki ne mız; bir gün uyanıyor, şakrak kuşu kızımız.
Bir gün mahsun, bir gün kızgın; bir gün damarlı, bir gün melek.

Adakızım, her güne bir renk...

Bir yaşına kadar düzen peşindeydik. Oldu. İki yaşına kadar gözlemdeydik. Tanıdık onu. İki yaşından sonra, az biraz gevşettik sanki. Uydu. Daha yeni tabii...
Bu bebeklikten çocukluğa geçişe en çok kim şaşıyor peki? E biz bittabii ki.
Lakin o pek memnun ve kaygısız ilerliyor kendi yolunda.


Nasıl biri mi şu sıralarda?
Doğa çocuğu, sosyal böcek. Kokoş cicoş, koca göbek.
Dilli düdük, şarkı, müzik...
Su perisi, kucak kedisi. Damarına basınca, yok ondan delisi.

Karakter oluşuyor yani...
Hoşuma gitti bu iki yaş meselesi (-elimde değil, kafiyeli gidiyor yazı, nasıl iş bu der birisi??? Aaaaa!!!? Yetti amaaa...) Hayır, satranç oynamak gibi. 'Gözlemle, krize mahal verme!' oyunu. Olur da krize girildiyse de, oynat tiyatroculuğunu, göster kendini. Anla, anla, anla onu...

Kızmayın bana ama ben sevdim bu oyunu.

Küçük bir bebeğin büyüme sancılarına şahit oluyorum. Ya da kabuğundan çıkma heyecanına. Hem heyecana ortak olmak gerek, hem de 'yapamazsın, edemezsin, gerçek hayat bu değil'lerle çok incitmemek. Çok şey yazarım da fazla bilimsele çevirir ibreyi. Oysaki şu an sadece hissettiklerimde kalmak istiyorum.

Bebeğim, büyümeni heyecanla izliyorum...

28 Temmuz 2009 Salı

İki Yaş Partimizden...

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Ada Doğumgününü Anlatıyor



İyi ki doğdun minik kızım!

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Tam da Bu Saatlerde

İki yıl önce tam da bu vakitler, geç ve uzun bir akşam yemeğine henüz başlamıştık. Tam da bu evde. Tam da böyle bir havada. Ankara'nın gecesi serin, buraların gecesi, üstüne bir de rüzgarlı. Ama o gece harika bir geceydi. Sıcaktı tamam. Ama ben sıcağı severim biliyorsun miniğim.

İşte böyle bir gecenin sabahında hastanede olağan randevumuz vardı. Hamileliğimin sekizinci ayıydı, doktorum her şeyin yolunda olduğunu, senin planlandığı gibi ağustos sonunda geleceğini söylemişti.

Hamileliğim hayatımın en muhteşem dönemiydi. Tiroidle uzun yıllar debelenmiş hormonlarım, hamileliğimde sefa içindeydi. Mutluydum. İnanılmaz huzurluydum. Hamileliğim boyunca deliler gibi salata yemiştim, bayıla bayıla. Hamileliğim boyunca her gün en az 1.5 saat aktif yürümüştüm -son gün dahil. Hayatta olmadığım kadar enerjiktim. Çıt çıksa uyanan kulaklarım, uyku nedir bilmeyen bünyem, uykuyla tanışmıştı. En güzel uykuları uyuyordum gece-gündüz. Komikçe güzel hissediyordum kendimi bir de. Yakıştırıyordum hamileliği kendime. Ama arada daha da kocaman olmayı hayal ediyordum, tam kocaman hamileler gibi yani. Öyle görmek istiyordum kendimi aynada. Öyle de olacağıma inanıyordum...

Topu topu beş kilo almıştım. Ama sağlıklıydım, doktorum tebrik ediyordu. Zaten sekiz kilodan fazlasına sağlık durumum nedeni ile iznim yoktu. Ah beş kilo bir şey değil, taşıyabiliyordum kendimi. Ta ki bebeğim, işte o sıcak güne dek. O gün hastaneden eve döndüğümde kocaman gördüm kendimi. Hayal ettiğim kıvamda! Ama aynı zamanda kendimi ilk kez ağır da hissettiğimin farkına vardım. O gün fotoğraflarımı çektim kendi kendimin, içinde miniciği taşıyan kocaman göbeğimin. Ve dedim ki "hazırım".

İşte iki yıl önce tam bu vakitler, Ankara'nın kaydedilmiş en sıcak gününün o güzel gecesinde; kalabalık sofrada, lezzetli yemekleri yerken, tatlı sohbetler dönerken... İşte bir kez de orda söyledim, üstüne basa basa, herkese sesimi duyurarak "hazırım" dedim, "bu gece gelsin miniğim".

Çok yedim bebeğim. Hazırım diyordum ama öyle ısmarlama olur mu? Sabah doktora gitmişiz, geleceğin gün belli, daha bir ay var. Hem daha hastane çantamız bile hazır değil. Aklıma mı gelir? Yiyorum mamaları. Bu sefer salata da değil sadece, yok yok sofrada, hepsine açım. Ama en çok kıpkırmızı, sepserin, taptatlı, supsulu karpuzdan kopamıyorum. En sevdiğim meyva ya... Dilim üstüne dilim, şiştikçe şişiyorum.

***

O yemeğin üstüne dürttün beni bebeğim. Geliyorum dedin, şaka değil dedin. Koş annecim hastaneye dedin.

***

Adakızım senden gelen işareti aldığımda, nasıl mutlulukla, nasıl güzel bir heyecanla, nasıl sevinç çığlıklarıyla çınlattım etrafı bilemezsin. Baban, anneanne, dede, nene...herkes bağrış çağırış, telaş, panik. Duymuyordum hiç birini, kahkahalar atıyordum. Duydu beni, geliyor diyordum. Ne mutluluktu Allah'ım.

İşte iki yıl önce bugün bu saatlerde hastaneye gittik. Koşa koşa arıyordum koridorlarda nöbetçi doktorun odasını, herkesin önünde, herkes peşimde, en kocaman gülümsemeyle.
...

İki yıldır hayatımın ışıltısısın.

...

Amaaaan yazamıyorum işte, zırıl zırıl oldum yine... of.
Miniğim... Canım.

Biliyor musun, senin de en sevdiğin meyve karpuz. Ve biliyor musun, bugün ikimiz de patlayana kadar karpuz yedik?

Nerde miyiz?



Kayısıların en lezzetli olduğu yerdeyiz!

:)

24 Temmuz 2009 Cuma

İkiye İki Kala

Hamilelikte başladı dostluğumuz. Ana karnında başladı arkadaşlıkları. Pilates anneleri ve bebekleri grubumuz, anneler ve bebekler olarak iki yılı devirdi. Zaman çok çabuk akıyor. Artık şaşırma faslını geçtik. Çünkü artık durum algı ötesi bir durum. Akış işte. Hayat ya da... İnanılmaz bir hız!


19'u Borga'nın doğumgünüydü. Yaz-ortası-kızı Adakızım'ın doğumgünü yine arkadaşlarından uzak geçecek diye düşünürken, Borga'nın annesi Duygu'nun düşünceli ısrarı üzerine, Borga'nın doğumgününde Ada'ya da mum üflettik son dakika. Kendi seçimi uğur böceği pastasının eşliğinde!

Sonra daaa döküldük yollara...

12 Temmuz 2009 Pazar

Adakuşu

Ada doğanın kızı. Geceleri mesela martı, köpek, fare (!) seslerinden uyanmıyor. Ses dediğime bakmayın, ben de severim doğanın sesini. Ama bu başka bir şey.

Martılar bebek çığlıkları gibi avaz avaz tepemizde, ürkütücü (Bizim evin diğer sahipleri onlar, koca bir martı ailesi çatımızda yaşıyor, çocuk büyütüyor!). Köpekler yattığımız odanın altında kükrüyor her kirpiye, kaplumbağaya ve tabii diğer 'düşman' köpeklere, hesapta bizi koruyorlar. Farelerse pıtır pıtır dolaşıyorlar etrafta, genelde sesleri var, görüntüleri yok. Çok şükür. Neyse, seslere pek duyarlı Adakızım'a vız geliyor, kapı pencere açık... uyuyor.


Bu aralar uyandığında ilk sözü 'annecim badem toplayalım', sonra tabii sırasıyla kayısı, dut, bir de karpuz. Ama onun konumuzla ilgisi yok, o bakkaldan ısmarlanıyor; diğerleri ağaçtan toplanıyor. Aslında daha çok babasıyla meyve peşinde, ağaç üstündeler. Bense son midesini bozduğundan beri, sınırları tutma peşindeyim -yemekte sınır tanımaz çünkü. Ama o kadar doğal ve o kadar hevesli ki, beni bile pes ettiriyor, yapacak şey yok. Yesin kuzum. Ağaçtan ağaçtan, oh.

Sonra tabii su kuşu oluyor, dağ tepe babasının sırtında kayalar üzerinden sekerek denize iniyorlar, benim de kalbim sekiyor tabii bu arada. O kadar dik ve uzun ki indikleri patika, çözüm olarak kask takması geliyor aklıma, denize gitmesin diyecek değilim ya!

Adakızım doğayı yaşıyor, ben de onun her heyecanını. Özet olarak, miniğim:

yiyor...

içiyor...

yüzüyor

:)
tombul kuş...

Bugün

Geçen sene bugün. Takibedenler hatirlayacaktır. Yeni okuyanlara ise biraz şifreli gelebilir. O zaman, bu da geçen sene 10 Temmuz.

Bir sene geçti. Devirdim yani bir seneyi.
...Of, ağlıyorum...

*

Bekarım bugün. Dün adada geçen uykusuz geceler sonucu 39 küsur ateşlenince şehre geldim, Sultan'la. Bugün onu da tekrar adaya yolladım. Yalnızım. Çoook uzun süredir ilk kez. Ağlamak da bir lüksmüş... Ağlıyorum. Oh. Biraz da burun çekeyim şöyle.

Psikolojide bir karşılığı var, okumuştum bir zaman. Belli dönemler yaşanmış duyguların siz fark etmeden aynı tarihlerde tekrar yaşanması -gibi bir şey. Yaşadığım o galiba. Geçen seneki ruh halimdeyim. Tam olarak değil ama... Neyse, bilmiyorum, diyecek bir şey bulamıyorum. Hisler... Yoğun hisler.

Sadece mutluyum galiba. Kızımın bir yaşını daha görebildiğim için. Bunun değeri büyük. Her günün değeri büyük. Hele o kapıyı birkaç kez çaldıysanız...

Geçen sene 14 Temmuz'da ikinci kalp ameliyatıma girmiştim. Bu sene ikinci solo resitalimi veriyor olacağım! Bir yıl içinde bir bebeği çocuk yaptım, ingilizce bir kitabı türkçe. Sesi kesilmiş güzel enstürmanımla tekrar barıştım, çok güzel aileler ve harika çocuklarla birlikte müzik yaptım.

Bu da ana fikirlerden biriydi. "O kapı"ya gidince insan, döndüğünde "işe yaramak" istiyor. Bu dünyaya bir şeyler vermek... Az da olsa verebildim galiba, en azından fazlasıyla çalıştım.

*

Ama bugün biraz yorgunum. Sanki pilim bitti. Biraz ateşli, biraz şiş bademcikliyim. 1000'lik antibiyotiklerle azıcık ayakta sayılırım. Biraz dinlenmem gerek. Dinlenmek için biraz durulunca da insan, düşünmeye başlıyor işte böyle. Sonra da başlıyor göz yaşları pıtır pıtır. Bazen hüzünden, bazen mutluluktan...