23 Kasım 2010 Salı

Serbest Kürsümsü

Oramdan buramdan kordonlar sarkıyor yine, pantolonuma iliştirilmiş eski walkman kılıklı 'cihaz'la çok coolum, çok. Arada 'bip'liyorum. Bu bipler, elektrodların tene temasta sorun yaşadıklarında verdikleri sinyalmiş. Cumaya kadar böyleyim. Olsun. Kablolarımı, kordonlarımı seviyorum. Şimdilik yani. Daha doğrusu, pozitivite seansındayım 24 saat -onlar da beni sevsin diye tabii, danışıklı dövüş. Mecbur, n'apacaksın?

Ne mi yapacağım? Salı bugün. Tatil!

Salı babaanne günü. Ada için tam gün aktivite demek. Artık bugün at mı olur, lunapark mı; evde yastık-çadır mı, elişi partisi mi; dışarda tren gezisi mi, çarşı-pazar mı bilmem.


Benim için ise bugün, sessizlik demek.
Salıları sessizlik alıyor, sessizliğin bıraktığı huzur da bana kalıyor. Oh!

Amaa... Akşama doğru huzuru kemirmeye başlıyorum beklenmedik. Fazla geliyor bir noktada. Sessizliğiyle beni sarmalayan o pembe huzurdan sıyrılıp, hayatımın fosforlu neşesini kucaklamak istiyorum karşılığında. Gürültüye aş eriyorum kıvıl kıvıl.

Gün uzuyor. Miniğimi özlüyorum.

*
Ama şimdi, sessizlik, evet evet. Kahve eşliğinde -ve de wgbh tabii. Sessizlik dediysek, renksizlik demedik öyle ya? Müzik ve kahve, kitapsız öksüz. Sevgili Arsız Ölüm'ü okuyorum, son birkaç sayfa. Salı'ları kitap kulübü günüm. Bundan sonra Kürk Mantolu Madonna...

Cahil hissediyorum kendimi feci halde. Edebiyatla ne zaman, nasıl yolları ayırdığımın cevabını arıyorum. Tonla mesleki, sayısız sanat, tek tük bilim, üç-beş kişisel gelişim, onlarca da anne-bebek kitabı raflarımda. Edebiyat? Eski günlerimde. Ayda yılda okuduğum üç-beş taneleri saymazsam tabii. Rezalet! Resmen. Bilkent günlerimi hatırlıyorum, kütüphaneyi sömürdüğüm, bir yazara tutulup, tüm kitaplarını gece-gece bitirmeden, yenisini keşfetmediğim günleri. Bilkent'te geçirdiğim onca yılın en büyük karı, o kütüphane idi. Neyse.

Eksiklikler insanda ağırlık yaratıyor.
Şimdi işte, çok ağır kitaplarım var beni bekleyen, sıra sıra...

*
İnsanın kendine dönmesi güzel. Kuzucuğum okula başladığında fark ettim ben de, 'o'ndan başka/bağımsız bir 'ben' olduğunu. Canım kızım, artık sen de kendi başına bir bireysin. Arkadaşlarınla, oyunlarınla, seçimlerinle, zevklerinle. Ben olmayan bir sen. Öyle heyecan veriyor ki seni izlemek. Her yeni gün, bende daha fazla merak uyandırıyor. Şimdi sırada ne var diye bekliyorum.


Ne mutlu bana ki, duygularını ifade edebiliyorsun. Ne şanslıyım ki, sevgini gösterebiliyorsun. Görüyorum ki, adalet ve özveri gibi senin için bulanık olabilecek bazı kavramların pekala da farkındasın. Her gün yeni bir sen yaşıyorum bebeğim. Adakızım, cankuşum. Büyüyorsun, farkında mısın? Farkındasın, farkındasııın...

29 Ekim 2010 Cuma

Zor İş

Bugün erkenden uyandık. Ankara'dayız, kalabalık aile ortamı: Anneanne, dede, nene, büyük hala, büyük teyze. Ada ve ben. Video aleti annemin elinde, Ada dans ediyor, o çekiyor, çekerken de anlatıyor. Laf tabii günün anlam ve önemine geliyor. Biraz sevinçli, biraz hüzünlü olduğumuzu söylüyor annem. Neden üzüntülü, neden sevinçli, sorguluyoruz, biraz tartışıyoruz. Ülkenin durumu, vs.

Babamın dedesi de ilk meclisten. Babaannemden çok dinlemişliğim var Atatürk'ü. Birinci elden yani. Ama babaannem artık yok. Ada'nın onu göremediğine, onun o tatlı sohbetlerine şahit olamadığına bir kez daha üzülüyorum. Atatürk'ü en iyi o anlatırdı diyorum içimden.

Sonra da, 'Hadi' diyorum babama, 'Ada'ya Atatürk'ü anlatın, bugünün önemini, onun anlayacağı dilden' -kendi sorumluluklarımdan bile-isteye kaçarak. Araya laflar giriyor, sanki konu kaynıyor. Bir kez daha dürtüyorum babamı, 'Hadi baba, kaçmayın, en güzel siz anlatırsınız biliyorum'. Babam 'düşünüyorum' diyor, gerçekten düşünüyor. Kafa karışık kolay değil. Düşünceler uzuyor, Ada'ya anlatacağımıza, kendimiz konuşmaya başlıyoruz.

*
Ve... Düşünmeye devam ediyoruz.
Kolay değil 3 yaşındaki bir çocuğa böyle bir konuda söylemek istediklerinizi onun dilinden iletebilmek. Kolay değil bir lideri tanıtmak...

*
Pratik Anne'nin yazısını okudum şimdi. Siz de okuyun, verdiği link'leri de üşenmeyin açın, paylaşın.

28 Ekim 2010 Perşembe

Uyku Hali

Tuhaf bir saat. Evin içinde sükunet; alışık olmadığım ses. Sesinden değil de, yoğunluğundan.
Bu evdeki sessizlik hep gürültü gibi geliyor bana.

*
Dışarda yağmur damlaları, kurşun gibi kuvvetli çarpıyor oraya buraya. İçim ürperiyor ama bir yandan da güzel geliyor: Ev sıcak...

Ada sıkkın, ağlak, ne istediği muğlak. Ben bitkin, yorgun, enerjisi solgun.
Şiir gibi. Ama değil.
Geç saat bende kafiye yaratıyor. Elimde değil.

*
Aslında bu postun gideceği adres belliydi de, beceremedim. Gecenin sarhoşluğundayım.
Sabaha kadar oturmak lazım. Herkes uyuyor ya, ağlayan, ıhlayan kız rüyalarda ya; göz kırpmadan, kıpırdamadan, bir koltuğa kurulup ayak uzatmak lazım.
Kafa dinlemek, kulak dinlendirmek lazım.

Falan filan yani. Aslında gidip uyumak lazım.
Ne yazmak istediklerimi yazabildim, ne Ceyda'nın son çektiği fotoları serpiştirebildim. Yuh olsun bana.

İyi geceler sayın seyirciler.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Gel, Dengeni Görelim :)



Gittik evet. Buz patenine, ilk kez!
Önce ürkek gözlemci, sonra paytak cesurdu.
Komik laflar etmek istiyorum. 'Gurur duyuyorum' gibi. Haha! Annelik komik bir şey...

18 Ekim 2010 Pazartesi

Okul Durumları

Ada haftada üç yarım gün okula gidiyor. İki haftası bitti. Başladığından beri her sabah yanıma gelip, "bugün okul var mı?" diye soruyor. Yok dersem, "Neden?" diyor, ben de açıklıyorum durumu.

Bugün (Pazartesi'leri okulu yok):

- Anne, okul var mı bugün?
- Yok Ada'cım, bugün tatil günün.
- Neden?
- Sen okula mı gitmek istiyorsun?
- Evet (onaylayıcı baş hareketi ile)
- Ama buna alış, her gün gitmiyorsun. Biraz büyümen ve hazır olman gerek.

- Anne?
- Efendim?
- Öğretmenimi arayalım mı?
- ?
- Ona büyüdüğümü söyleyelim. Beni çağırsın, giyinelim okula gidelim.
- (WOW!)

Mesela yani :)

Sanırım hazır!
Kendimi suçlu hissetmeden, onu da fazla bekletmeden, bir de tabii evde birbirimizi gebertmeden (!).
Kasım ayında...
(Böööğ, ağlamak geliyor içimden...)

14 Ekim 2010 Perşembe

Tamirci Abi


Zor gitti okula. Kıyafet meselesi. Ya yazlık modda olmak ya da kafasına uygun sportiflikte arz-ı endam etmek istiyor. 'Abi kıyafetleri istiyorum' diyor ve hiç bir şekilde pastel renkli, çiçekli, etekli kıyafetleri kabul etmiyor. Bazen oyunla, kandırmayla giyerse, kendini beğendiği oluyor ama. Aynadaki aksi ile cilveleşiyor. Ve de koşarken ne yaparsa yapsın, kız gibi koşuyor!

'Büyüyünce tamiratçı olucam' diyor ısrarla, fikrini değiştireceğe de benzemiyor.
Gerçekten de evdeki gerçek veya oyuncak tamir setleriyle pek keyifli dakikalar geçiriyor.


Sürekli program yapıp, onu bir türlü Santral İstanbul'a götürememiştim. Geçtiğimiz haftasonu babasıyla gittiler, çok mutlu olmuş.

12 Ekim 2010 Salı

Tonlama

Ayakları kocaman oldu. İnanılır gibi değil.
Dili de öyle. Kendinden büyük, bazen de haddinden büyük laflar ediyor.

Son birkaç gündür şöyle bir diyalog geçiyor aramızda. Sınırlarımı zorluyor, zorluyor, binbir çeşit çözüm önerim tükendiği anda, dolayısıyla da suların negatif duyguların ağırlığıyla durulduğu anda, yanıma sokuluyor, bacağıma sarılıyor, ya da benden ona sarılmamı istiyor ve patlatıyor:

"Üzülme anne, ben seni seviyorum."
Vurguları tuhaf yerlere koyarak.

Öyle soru işaretleri doğuran bir tonlamayla söylüyor ki, ilgiye ihtiyacı olan o mu, sevgiye ihtiyacı olan ben miyim, karışıyor.

Kafamı karıştırıyor...
Diyalog gerçekleşmiyor.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Elmalı Kırıntı

Ayça'nın blogundaki kurabiye postunu okuyunca "tüh be ben neden foto çekmedim?" dedim. Anıları biriktirmek gerek, görsel hafıza en canlı hafıza sonuçta. Blog alışkanlığımı kaybetmişim.

Anlatayım o zaman: Bugünkü cinnetlik günümün en güzel anı apple crumble maceramızdı. Zaten Ada ne yapbozlarla ilgilendi hayatta; ne rakamlarla, sayılarla; ne resim yapmayı sevdi, ne killerle içli dışlı oldu. İlgi alanları müzik -dolayısıyla dil becerileri ve...

- Ve?
- Ev işleri!

Yıkasın, paklasın, düzenlesin; döksün, çırpsın, koklasın -dolayısıyla yesin tabii; süpürsün, dağıtsın, silsin... İlk eğitimi profesyonel eldendi: Evimizin sultanı Sultan Abla'sından. Şimdi ise, sonradan gelen 'abla'ları pek haklı sebeplerle sepetleyip, guguk kuşu gibi kalan şaşkın annesinin yanında hünerlerini geliştirmek istiyor ama zor, çok zor...

Neyse ki arada yemeğe gidiyor elim. E mecburen. O zaman işte küçük yardımcımdan da faydalanmam şart oluyor. Aktivite olsun da isterse dolma olsun, sarma olsun, değil mi ama?

By Ceyda- Günün anlam ve önemine uydu bu foto

Bugün hayatı "apple crumble"la kurtardık. Miniklerle yapılacak kolay mı kolay, mevsime de uyar mı uyar bir tatlı diyelim.

Ölçüleri kesin karıştırırım ama hatırladığımı söyleyeyim:
(Biz ölçüleri kendimize göre şekillendirdik)

4 elma
250 gr. şeker
200 gr. un
biraz tarçın
150 gr. tereyağ

Elmalar küçükçe doğranıp tencereye atılıyor, üzerine 2-3 kaşık toz şeker, kapağı kapatılıp arada incitmeden karıştırılarak yarım saat pişiyor. Ateşten alınıp, azıcık ezilip soğumaya bırakılıyor.
Başka bir kapta kalan şeker, un, tarçın ve tereyağ ekmek kırıntısı şekline gelecek şekilde hamurlaştırmaksızın yoğruluyor. Elmalar bir fırın kabına alınıyor, üzerine kırıntı dökülüyor ve fırına...
Üstü kızarınca çıkarıp üzerine sütle karıştırdığınız kremayı -dondurma da bir seçenek- döküyorsunuz.

Misss...

*
Uyuyor Ada'cığım, kudurmuş gibiydi yine bugün. Belki de her gün okula gitmesi gerekiyor artık. Her gün parka gidip koştursa da, olmuyor belki artık evde. Durulmuyor. Tırmanması, koşması, bir şeyleri karıştırması, bozması, dağıtması gerekiyor sanki her daim. Tanıyamadığım bir Ada var birkaç gündür karşımda.

Bir de 'ev işlerini çok seviyor' yazıyorum.
Tutarsız anne, cık cık cık...

Yuvarlanmaca

İşaretledikçe rahatlıyor, işaretledikçe hafifliyorum. Bana disiplin iyi geliyor ama belirlediğim günlük programım aksarsa şayet, çalkalanıyorum. Olmuyor. Hayatın arkasından koşturmaya başlamış buluyorum kendimi biraz sonrasında. Yorulmaya başlıyor, geriliyorum.

Tıpkı Ada gibi.

Uykusuna, yemeğine, aktivitesine müdahale yoksa, keyif keka. Şayet doğaçlama bir olay gerçekleşiyorsa, vay halimize... Okuldan uyku saatinin ortasında çıkıyor mesela. O uykunun cazibesinin çekimi ile harap bitap eve koşuyor. Şanslıysa yakalıyor ucundan. Ama uyku bu, hem de "okul-sonrası" uyku, annelerin uyandıramayacağı pembelikte. Uzuyor da uzuyor. Gece yatış saati de beklendik bir şekilde kayıyor da kayıyor.

Sonucunda onun ruhu, benim gözler-kaşlar da kaymaya başlıyor. Sabırlar taşıyor. İnsanız ya.

Ama olmuyor. Olmamalı.
Ama kontrol nereye kadar? Olmalı mı?

*
Üç yıl Tracy'nin de büyük yardımıyla düzen torpilli yaşadık, kolayından. Hem de ne kolayından! Ama hayat çağlaya çağlaya geliyor üstümüze, girdaplara giriyor, çıkıyoruz artık çaresiz. Düzen takipçisi rolümüz, manevracı
bir role dönüştü son zamanlarda. Hayat geliyor, biz iki kıvrım hareket yapıyoruz, kurtulduk kurtulduk; yoksa kriz.

*
Yeni bir dönemdeyiz. Ve bakıyorum da yavaştan öğreniyoruz. Artık hayatı yönetmiyor, hayata adapte oluyoruz. Hissediyorum, eğlenceli bile olabilir.

Göreceğiz... Kutlu olsun.


8 Ekim 2010 Cuma

Kızım Babaannesindeyken...

Bugün bir günah işledim. Sinemaya gittim, tek başıma hem de. Öyle utandım ki yaptığımdan, kimseciklere söyleyemedim.