pek duygusal yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
pek duygusal yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Temmuz 2009 Pazar

Bugün

Geçen sene bugün. Takibedenler hatirlayacaktır. Yeni okuyanlara ise biraz şifreli gelebilir. O zaman, bu da geçen sene 10 Temmuz.

Bir sene geçti. Devirdim yani bir seneyi.
...Of, ağlıyorum...

*

Bekarım bugün. Dün adada geçen uykusuz geceler sonucu 39 küsur ateşlenince şehre geldim, Sultan'la. Bugün onu da tekrar adaya yolladım. Yalnızım. Çoook uzun süredir ilk kez. Ağlamak da bir lüksmüş... Ağlıyorum. Oh. Biraz da burun çekeyim şöyle.

Psikolojide bir karşılığı var, okumuştum bir zaman. Belli dönemler yaşanmış duyguların siz fark etmeden aynı tarihlerde tekrar yaşanması -gibi bir şey. Yaşadığım o galiba. Geçen seneki ruh halimdeyim. Tam olarak değil ama... Neyse, bilmiyorum, diyecek bir şey bulamıyorum. Hisler... Yoğun hisler.

Sadece mutluyum galiba. Kızımın bir yaşını daha görebildiğim için. Bunun değeri büyük. Her günün değeri büyük. Hele o kapıyı birkaç kez çaldıysanız...

Geçen sene 14 Temmuz'da ikinci kalp ameliyatıma girmiştim. Bu sene ikinci solo resitalimi veriyor olacağım! Bir yıl içinde bir bebeği çocuk yaptım, ingilizce bir kitabı türkçe. Sesi kesilmiş güzel enstürmanımla tekrar barıştım, çok güzel aileler ve harika çocuklarla birlikte müzik yaptım.

Bu da ana fikirlerden biriydi. "O kapı"ya gidince insan, döndüğünde "işe yaramak" istiyor. Bu dünyaya bir şeyler vermek... Az da olsa verebildim galiba, en azından fazlasıyla çalıştım.

*

Ama bugün biraz yorgunum. Sanki pilim bitti. Biraz ateşli, biraz şiş bademcikliyim. 1000'lik antibiyotiklerle azıcık ayakta sayılırım. Biraz dinlenmem gerek. Dinlenmek için biraz durulunca da insan, düşünmeye başlıyor işte böyle. Sonra da başlıyor göz yaşları pıtır pıtır. Bazen hüzünden, bazen mutluluktan...

12 Kasım 2008 Çarşamba

Kucak ya da Bir Şekil


Kuzum büyüyor, sayfası boş...
Hayatı bunca dolu dolu yaşarken -bir şekil- olmuyor.
Ayıp oluyor.
Zaman bize çelmeyi takmış, sendele dur. Ha düştüm ha düşeceğim. Yine de arkasında kalmadık zamanın bebeğim. Yetiştik, tuttuk ucundan -yine bir şekil- öyle değil mi?

Şu dört aya bakıyorum da... üstüste heyecanlar, sana da bana da yeter. Daha kaç yıl hem de.
Durulma vakti geldi mi?

Gelmiştir, doğru.
Durabilir miyiz?
Emin değilim aslında. Son sürat dönüyor hayat. Durdurmayı unuttum. Sanki o hayretle bakakaldığın "vuu, vuu" yaptığın çamaşır makinesinin içindeyim. Sıkma modunda. Dön dur. Sıktıkça sıkıyor hayat, canım suyum çıktıkça çıkıyor. Ama işte... bir bakıyorsun daha temiz, daha mis, daha serin, daha renkli, daha bir güzel çıkmışsın ortaya.

Bilmem ki...


Hayat bizi paraladıktan sonra, şöyle çıksak mis gibi gün yüzüne.
Makinedeki çamaşırlar misali, serilsek mesela, kollar, bacaklar tüm ağırlığınca yer çekimine teslim. Koşmuyorken mesela. Öööööyle kalsak, uzun uzun. Serinimizi atsak gün ışığında, güneş parlağında. Mayışsak, uyusak mesela. Ama uzun.

Yorulduk be bebeğim, ondan bunca laf. Ama tazelendik de aynı anda. Uzun lafın kısasını arayınca.

Bizi geçtim, bene geleyim. Söz verdiğim gibi döndüm yanına. İki gündür de aldım seni kucağıma. Bir daha, bir daha söyleyeyim:



al-dım-se-ni-ku-ca-ğı-maVar mı böyle bir şey? Amaaaan gözlerim doluyor işte. Geçti gitti. Ama bunun değerini bilmek var ya... Of, çek çek burun, çek burun.

Sonra... başka şeyler de geçti, sözler tutuldu, "iş"ler bitti (yine -bir şekil)
Sonra... başka şeyler de başladı, yeni sayfalar yeni heyecanlar...

Diyorum ya güzel günler geliyor. Hoplaya zıplaya, şarkılar söyleye söyleye "durulmak" istiyorum.

Of canım kızım, bak görüyor musun? Özledim seni yine, ne mışıl uyuyorsundur şimdi... Bana da uyku vakti. Bir büyük gün daha kapıda.
Ama... hoplaya, zıplaya.

Karman çorman bir yazı, anla ruh halimi. Bir hoplamak, bir uyumak isteyen bir anne.
Az kaldı bebeğim söz, bulacağım kendimi.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Ağrıma Gidiyor

Aslında burdayım, yanındayım. Ama hiç bir annelik görevimi yerine getiremiyorum. Yalan mı?

Değil.

Ben ki daha hamileyken aile büyükleri ile pazarlığımı yapmışım. Bebeğime ben bakacağım kimse karışmasın demişim. Ben ki ilk banyosunu kendi kendime yaptırmışım, zaptedemeyecek hale gelene kadar bu mutluluğu kimseyle kimseyle paylaşmamışım. Ben ki başka biri Ada'yı beslemeye kalktığında kaplan kesilmişim, sesimi çıkaramadıysam odaya gidip hırsımdan ağlamışım. Ben ki her sabah onu kaldırmış, her akşam ona gününün son öpücüğünü vermişim. Ben ki sistem-huzur uğruna -onun için doğru olanın bu olduğuna inanarak- pek de tatlı olmayan deneyimlerle ona bağımsız olmayı bir nebze öğretebilmişim; ben ki bir yaşına kadar 24 saat yanından ayrılmamışım... Onu içime içime sokmuş, dakikalarca masallar anlatarak, sırtına pıtpıt yaparak gezdirmişim. Ne ağır gelmiş, ne bir şikayetim olmuş, en büyük mutluluğum onun kokusunu, sıcaklığını içime içime çekmek olmuş...

Off. O kadar büyük ameliyatlar geçirip yanında kalabildikten sonra böyle konuşmak ne kadar ayıp geliyor. Ama...


Ağrıma gidiyor. Ağrıma gidiyor.

24 Temmuz 2008 Perşembe

Bir Kavuşma Hikayesi

Güzel kızım, minik bebeğim ne büyük bir kriz yaşadık değil mi? Merak ediyorum hafızanın bir yerlerinde kalacak mı o sahne? Kafa karışıklığın, hayal kırıklığın? Bilemedim. Seni Amerika'ya giderken yine bu kadar bir süre yalnız bırakıp döndüğümde, yan odaya gidip gelmişim gibi yapmıştın. Yine öyle olacak zannettim.

Derdim kendimleydi, seni kucaklayamamayı, hem de en az 3 ay kucağıma bile alamayacağımı düşündükçe çıldırıyordum. Şu kadar gün yok olup döndüğümde, hatta bir büyüüüük yolculuk yapıp ne kara düşünceler beynimi kemirip bir şekilde geri geldiğimde tek arzum seni yine içime içime almaktı. Kokunu yutmak, katman katman bacacıklarını kollarını sıkmak, burnunu göğsüme dayamak, bastırmak bastırmak... Olmayacağı baştan belli olduğu için kendimi soğukkanlılıkla eğittim. Sana dönmenin bile her şeyden büyük bir zafer olacağını söyledim kendime. Sürekli tekrarlayarak. Ki doğruydu. Dönmem demek, bir ömür -her ne kadar uzun veya kısaysa- yine seni uzun uzun kucaklayabilmem demekti. Sadece ilk bir kaç ay hariç.

Ben kendime acırken olanlarsa hepimizi şok etti. İlk geldiğim gün bir an gelmişti, hepimiz ağlıyorduk. Arabadan indim, bahçede büyükanneannenin kucağındaydın. Yavaş yavaş yaklaştınız, ben de size. Bir an gözgöze geldik. Yemin etmiştim, ağlamayacaktım, duygusallığı gizlemek en doğru olandı. Aksi olursa, dikişlerim patlayabilir, kalbim garip çırpınışlara girebilir, yine nefesim panik yaşayabilirdi ne de olsa. Senin için tüm bunlara dikkat etmem gerekiyordu.

Bakışlarımız kilitlendi ama bu başka bir şeydi. Sen -benim hareketli kuzum- taş kesilmiştin, gözlerini gözlerime kilitleyip, saniyeler boyu bana baktın. Sessiz, hareketsiz. Biraz da çatıkkaşlı. Deden sonrasında o an bana çok acıdığını, bir an önce bu durumun bitmesini beklediğini söyleyecekti. Her sabah seni uyandırdığım, senin de nerdeyse kahkahalarla bana karşılık verdiğin şekilde adını mırıldandım. Sonra beni tanıyasın diye daha da coşkuyla, daha yüksek sesle. Korkmuştum. Kızgındın galiba bana.

Ve minik kızım, can bebeğim... Ne oldu? Bir anda o donmuş sahne, bana doğru gelme çırpınışlarınla hareketleniverdi. Hem de nasıl? Bahçeyi çevreleyen boyum kadar bitkilerin üzerinden üzerime atlamak istiyordun, becersen uçarak hem de. Gülüyordun.

Sonrası ise tam bir kriz hali... Nerdeyse sen gelmek istedin, çırpınarak, ben kaçtım. Sen gözlerinden akan boncuk boncuk yaşlar, dehşet içinde açılmış hiç bir şeye anlam veremeyen, yine de hala benden medet uman, cevap bekleyen bakışlarınla çırpınmaya devam ettin. Bir ağlama, bir can acısı.

Benim kızım ağlamaz ki.

Allah'ım ne yapacağımı şaşırdım. Kabaca; sen karşımdaydın, belki de gerçekten çok özlediğin annenin kollarına atılmak istiyordun, bense seni reddediyordum. Hem de kelimenin tam manasıyla. Sakinleştiremedik hiç birimiz seni. Ben kaçtım. Kaçtım. Gözyaşları içinde.

O an karar verdim. Ne kadar acı da olsa, sana bir daha bunu yaşatmamak için bir süre seninle karşılaşmamaya. Yanımdaydın. Hatta sen bahçede oynarken, havuzda şıpırdarken, seni üst kattan izleyebilirdim. Sen uyurken, seni seyredebilirdim. Ama karpuz gibi kesilmiş kaburgalarım biraz kaynayınca ancak tekrar ortaya çıkmaya karar verdim. Yanyanayken seni reddettiğimde güveninin sarsılacağını, sevginin azalacağını, belki de acı çekeceğini, anlamlandıramayacağını düşündüm.

Öyle de yaptım. 4 gün boyunca, gitgide iyileşiyordum ama içimi de bir şeyler kemiriyordu. Yanlış yapmamak gerekiyordu. Daha ince bir konu olabilir mi? Bugün senin yanına bir şekilde çıkma planları yaparken buldum kendimi, sahneler üretiyordum, senaryolar. Bir uzmanın görüşüne de danışmak gerekirdi. Sadece içgüdüsel kararlar verilebilecek bir konu değildi sonuçta.

Konuştum. Çok mu faydalı oldu? Bilmem. Tatmin etti mi? Hayır. Hele adam lafına devam ederken şöyle bir cümle kurunca...: "Sonra yavaşça kafasını göğsünüze bastırıp kapakçığın sesini duymasını sağlarsınız." (!)

Minik kızım, Ada'cım; bir şekilde oldu. Sen nerde ben başka yerdeyim ya hep, yine öyleydik. Sen anneannenin kucağında gezintideydin, bense robotik vaziyette beyaz odada oturuyorum, kılıç yutmuşçasına dik. Ve antipatik. Telefon çaldı. Telefon beyaz odada. Ne olduysa o an oldu, annem seninle birlikte içeri girdi, senin gözler benim gözlere takıldı. Elimde olsa o an tilki çevikliğiyle kaçacağım, ama ameliyatın 10. gününde??? Herkes panik oldu. Durun dedim.

Ve konuşmaya başladık bebeğim. Bu sefer beni dinledin, hem de ne büyük dikkatle. Biraz yine meylettin, tuttular. Dur Ada'cığım dedim. Bak anne ufff oldu (en sevmediğim laf, bu şekilde kullanmak varmış, başka bir şekil zaten düşünülebilir mi?) Ben anlattım, sen dinledin. Yumuşak bir ifadeyle, hafif şaşkın ama sanki pek de mutlu. Kucağıma gelemeyeceğini ama işte şöyle şöyle birbirimizi seveceğimizi anlattım. Ve seni ne kadar sevdiğimi.

Sonrası.
Sonrası bir bayram havası.
Dokunmadan böyle mi kavuşulur? Dokunmadan böyle mi sevilir? O kahkahaların, vücudunu sevinçten kasıp kasıp gevşeyip çığlıklar atman. Karşılıklı cilveleşmek böyle mi güzel olabilir?

Canım kızım. Döndüm bebeğim. Her günümüz daha güzel olacak söz. Seni bağrıma basacağım gün de yakındır. Hem biliyorsun, kalbimden gelen her tik'te sana sarılacağım, her tak'ta hayata şükredeceğim ömrümün sonuna dek. Biliyorsun değil mi?

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Kalp ve Nefes

Küçük bir kalpti. Genç, güzel, alımlı. Herkese verecek sevgisi vardı. Alabildiği kadarını da içine alırdı. Çok çarptı, çok yoruldu. Gün geldi üzüntülerle tanıştı. Gün geldi, sıkıntılarla savaştı.

Yoruldu. Sevmedi kendini.

Dediler sana bir bakım gerek, alımına alım gerek. Düşündü, tamam dedi. Canını çok yakmışlardı ama onu süslemiş, bir de "her şeye iyi gelecek bir yüzük" takmışlardı. Hazırdı: Kızı oldu, adı Ada.

Gençleştiği için doğurabilmişti.
Doğurduğu için yaşlandı.

Kızı bir yaşına gelmeden çoook yorgun düştü. Karardı, sıkıldı, büyümeye başladı. Yeniden. Dediler gel yine seni süsleyelim, sana gençlik yakışır, sana güzellik yakışır. Hem bu sefer yüzüğünü alalım, sana tiktak bir saat takalım. Her tik'inde Ada'na sarıl, her tak'ında hayatına şükret. Dedi canım yine yanacak mı? Sustular. Anladı. Ama onlara o sefer de inanmıştı, yine inandı. Aynaya baktı ve geliyorum dedi.

***

Büyük bir nefesti. Tüm renklerde balonlar şişiren, denizin kokusunu derinliğinin en dibine çeken. Kısrak gibi koşan, dalgalar gibi coşan. Tazeydi, ferahtı. Ama bir gün geldi, titremeye başladı, sarardı, soldu. Yoruldu. Ne kokuları duyar oldu, ne iki kelime laf için kendini toplar oldu. Uykuları gitti. Yitti.

Dediler sana yorgunluk yakışmaz, bizim bildiğimiz nefes bakımsız dolaşmaz. Tamam dedi. İyi ki gitti. Sonrasında bir kızı oldu, adı Ada.

Gençleştiği için doğurabilmişti.
Doğurduğu için yaşlandı.

Dediler gel yine.
...


Hikaye bööyle devam etti. 4.5 yıl aradan sonra ikinci kalp ameliyatımı oldum. Kabullenerek, iyi olacağıma inanarak. Farklı düşüncelerle, fakat ilginçtir korkmadan.


Şu an yine alımlı ve güzel bir kalbim var. Ve çok değerli bir saatim (yeni kalp kapakçığım), ömrüm boyunca her tik'inde Adakızım'a sarılacağım, her tak'ında hayata şükredeceğim. Sonra o kayalar ardından zar zor, güç bela anca içime çekebildiğim nefesim, tekrar taze ve ferah.


... Daha değil, doğru; ama ameliyat iyi geçti ve düzelmem yakındır. Sadece delik deşik vücudum biraz yorgun şimdilik. Buralarda olacağım ama ne zaman tekrar yazacağım bilmiyorum.


Lütfen kalbinizin ve nefesinizin değerini bilin. Hepinizi çok seviyorum. Bana ne kadar moral verdiğinizi anlatamam. Her şey için teşekkürler.

12 Temmuz 2008 Cumartesi

Resim, Tat, Hayat

Tatsızlıklar olabilir hayatta ama güzel tatların değerini bilmek gerek. Güzel anların, güzel dostların değerini her şeyin üstünde tutmak.

O kadar büyük güç verdiniz ki bana. Göğsüm dik, başım dik gideceğim bugün hastaneye. Gönderdiğiniz enerjilerle, ettiğiniz dualarla daha çabuk dönmek için en azından bilin ki "görev başında olacağım". Teşekkür kelimesi o kadar az ki bu büyük destek için...

En büyük güç ama tahmin edersiniz ki, Adakızım'ın verdiği güç. Onun verdiği güç ile gidiyorum. Eşimin desteği ile (üç yıldır akciğer hırıltılarımı akşam ağır yemeğe, ya da türlü başka sebebe bağlayan eşimin desteğiyle!). Olsun... şimdi yanımda. Yetti, unuttum gitti.

Bu resimleri hazırlarken fark ettim ki, kısacık bir haftada bile ne güzel şeyler yaşamışım. Hem de lacivert, gri dediğim zor günlerde. Ne iyi yapmışım.

En güzel anların, en güzel fotoğraflarını seçmeye çalıştım. Bundan sonra çünkü ne Ada'nın peşinden koşup "anlar" yakalayabileceğim, ne de güzel "resim verebileceğim" bir süre.

Çirkinini de versem bir ömre bedel ya...

6 Temmuz 2008 Pazar

Eşik Deşik

Tamam belki becerip toz pembe bakabiliyorum dünyaya da; dünya bazen aynı şekilde bakmıyor bana, n'apayım?

Hayat bu diyoruz. Hep pembe değil.
Bu aralar lacivert mesela bu tarafta, ultramarine blue ve hatta. Işıklıdır ya o, ışığı gitmesin hiç değilse, tek derdim. Yo, kızım hala pembe merak etmeyin, toz pembe, çingene pembesi, elma şeker pembesi... Kararan benim azıcık. Elif Şafak'ın "eşik" meselesi vardır ya, oralardayım, düşün dur. Geçen hafta öyle dedi doktorum zaten, "eşikteyiz". "Eşiktesin" tabii aslı, 'biz' deyince yumuşuyor ya biraz.

Dün Ankara'ya geldik. Fıkır fıkır bir uçak yolculuğu, indiğimizde yine bizimki Şeker Kız Candy. İnsanlar sohbet etrafta.
-Ankara'da mı oturuyorsunuz?
Yo hayır, İstanbul
-Aaa o zaman tatile geldiniz, ya da ziyarete
Yo hayır, ameliyat olmaya geldim de...

Nedense sesim içime kaçıyor gibi çıkıyor, boğazım düğümleniveriyor.

Biraz tatsız bu aralar hayat, ama ben iyiyim merak etmeyin.

28 Haziran 2008 Cumartesi

11. Ay Doktor Randevumuz

Adakız 11 aylık kocaman bir bebek. Dünkü doktor randevumuz bugüne ertelenmişti. Ayça Hanım'la da onu konuştuk, ne kadar çabuk geçti zaman. 2600 gramla hastaneden çıkan mintoş şimdi 10795 gramlık bir dev bebek. Boy 74.5 cm. Her şey yolunda, bir ay daha yakınız artık ilk doğumgünümüze. Biz diye konuşmamın bir sakıncası yok şu durumda. Doğum günü ikimizin de günü ne de olsa!

Bu ay biraz farklı geçti. Mecburi bir şekilde bir anda başıma üşüşen derin düşünceler -bir derinlikten aşağısı bloglara düşmüyor bilirsiniz- Ada'yla ilişkimi de bir üçüncü göz gibi seyrettirdi bana.

Hem ciğerimde hissettim o sevgiyi -ama ne hissetmek, bile bile, anlaya anlaya.
Koklaya koklaya. Koşturmadan, an geçirmeden, "idare etmeden". Saniyesini yaşayarak, sömürerek, içime çekerek...

Hem de bir yabancı gibi, bir film gibi izledim bir anneyle kızının ilişkisini. Düşünceleri aktarmak zor. Fazla gizemli ya da fazla şekerli kulağa gelen. Daha açık anlatamam ki...


Büyüdü. Anlıyor artık konuştuklarımı. "Şeyler"i de anlıyor, resimli-yazılı kartlarını ayırdediyor, tek tek; fotoğraflara, komutlara, seslere cevap veriyor. Sevdiği şarkılarda, aktiviteleri önden hatırlıyor. Hala piyanoya veya duyduğu müziğe şarkı söyleyerek katılıyor. Şimdi yanında bir de göbekten göbekten danslar ediyor. Bir şey daha yapıyor ki, onu ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim. Şimdi değil en azından. Kısaca diyeceğim; yolunda gidiyor hayat, hep böyle gitsin Allah'ım.

30 Mayıs 2008 Cuma

Küs Kalp

Bugünse benim doktor günümdü. Hani dertlerim vardı ya.

Meğerse sorun kalbimdeymiş.

Ben ki onu ne kadar iyi tutarım, severim, okşarım, üzülmesin diye hayatımı diken üstünde yaşarım. Kötü şeyler görmeyeyim, duymamayım diye gözümü, kulağımı kapar; hayata pembe gözlükle bakarım.

Oysa hala üzgün. Derbeder. Kapakçığı bir tarafta, kulakçığı öbür tarafta. Yaygara da yaygara. Tepinip durur. Komşularına da rahat vermez. Ciğerlere kovalarla su atar. Ciğerler de benden alır hıncını, uyku uyutmaz, nefes aldırmaz.

Bilmiyor onlar da, kalbimi ne kadar iyi tuttuğumu.

Ben öyle diyorum ama kalbim bana hala küs...

23 Mayıs 2008 Cuma

Ekşi Yazı

Tatsızım, gece geç. Uyandım. Göğsümde bıçak gibi bir ağrı. Her nefes aldığımda saplanıyor, kötü saplanıyor hem de. Ben de küçücük nefesler alıyorum, bıçak çok acıtmasın diye.

Aslı: Alamıyorum.

Bir de hırıltı. Yanında bonus. Tanıdık sahne. Kaç kere beni uyutmayan, karşıya derdimin büyüklüğünü bir türlü iletemediğim, sözlü anlatımı imkansız; sözsüz görüntünün -bir şekilde (şaşarım)- şefkat (veya yardım) yerine eleştiriyi çağırdığı.

Doktorlar mı? Her şeyden şüphelenip, hiç bir şey diyemiyorlar. Dik duruyorum ya şimdi, yatar pozisyonda değilim; daha iyiyim. Yazdım ya derdimi, oh ferahladım, daha rahatım... Blog, internet günlüğü; her derde deva mısın sen?

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Benim Günüm

Anneler gününün içinde barındırdığı birbirine yakın ve uzak tüm duygusal durumları damarlarımda yoğunen yaşadıktan, ve sonra ayaklarımın yine yere bastığını hissettikten sonra, kendi kendime, sadece kendim için kullanacağım bir kaç saat hediye etmeye karar verdim. Ada'nın uyku saatinde çıkıp, uyanma saatinde dönmemek üzere sokaklara attım kendimi.

Yürüdüm önce uzun. Her şeye gözüm doldu, kavga eden çiftlere, elde çiçek/yüzde gülücük/kolda koca/pusette bebek annelere, elinde balon torunun ağzının içine bakan tatlı dedeye, Erenköy Camii'nin önündeki yaşlı kimsesiz kadına, süslü püslü dünyayı ben yarattım-asık suratlı genç kızlara... En çok da kendime gözüm doldu klasik, bir mutluluktan, bir başka şeylerden. Yürüdüm durdum, yürümeyi severim.

Önce CKM'ye gittim. O hep Ada'yla gidip kitapçılarda uzun uzun gezip, çıkar çıkmaz bir Ada'nın arabasına, bir yandaki uzun merdivenlere uzun uzun bakış atıp, kaaaç zamandır gezemediğim sergi salonuna çıktım. Serginin adı/teması "Kırmızı". En sevdiğim renk. Bir sürü ahbap, tanıdık ressam. Yıllar öncemin favori ressamı Mustafa Ata'nın karşısında mıhlanıp kalmıyorum bu sefer. Zahit Büyükişleyen heyecanlı geliyor yine, biraz vakit geçirtiyor önünde. İlginç bir şekilde favori resmim Oktay Anılanmert'in ortancası bu sefer. 8 milyar. Neden o resim, şaşıyorum. Ruh durumuna göre mi değişiyor zevkler acaba diyorum.

Sergi çıkışı en büyük kıyağı çekiyorum kendime. Sinema ve tam da güne layık bir film, anneler kadındır ya... Kadın filmi "Karamel". Of...ne güzel bir film Allah'ım. Ne keyifli bir gün. Patlamış mısır almıyorum, yine de mutluyum.

Film Lübnan'lı bir kadın yönetmen Nadine Labaki'nin, kendi de oynuyor filmde. Almodovar kokulu bir film. Onunkiler kadar çarpıcı bir senaryo yok ama. Olağan hayatlar. Kadınlık yoğunluğunda her şeye ucundan dokunmuş; güzellik, aşk, dostluk, bekaret, eşcinsel duygular, bunama, menopoz, hayalkırıklıkları...ağdalar, manikürler, pedikürler; küpeler, takılar, şık şıkırlar. Ve Lübnan'da geçiyor, tanıdık kelimeler, tanıdık mekanlar, tanıdık tepkiler, ilişkiler. Çok hoşuma gidiyor. Gidip görün derim.

Sinemadan çıkıp biraz daha yürüyorum, sinema iyi gelmiş, daha bir güleryüzlüyüm sokaklarda. D&R'a gidiyorum. Toros Can'ın Purcell CD'sini almak için. Geçen gün radyoda duymuştum çok kısa. "Taze" gelmişti. Niye bu sıfat bilmiyorum, belki çağdaşçı Toros'dan ilk kez Barok duyduğum için, belki de sık duyulmamış Purcell'lerle yeni tanıştığım için.

Bulamıyorum.


Yerine...herkese can-ı gönülden önereceğim, hatta ille de ille de alın ve hatta çok çok alın herkese hediye edin diyeceğim "Yeşil Kitap"ı alıyorum. 4 lira, %100 geri dönüşümlü kağıda basılmış, New York Times Best Seller'ıymış. İçindeki her şey de dönüştürmek üzerine yazılmış. Bir sürü şeyi değiştirip, dönüştürerek, dünyayı iyi bir gezegene dönüştürmek üzere. 'Küresel Isınmaya Son Vermek için Günlük Rehber'.

Küresel ısınmaya son vermekte benim katkım ne olabilir? sorusunu sordurup, cevapları sıralayan altın değerinde bir kitap. Kısa maddeler, çarpıcı istatistikler. Benim gibi "çok düşünme, rahat yaşa, aslanım dünya nasılsa üstesinden gelir" diyenlere "dur orda" diyor. Nasıl beceriyorsa korkutmadan ve yumuşak önerilerle bizi de o duyarlıların arasına katıveriyor iki sayfada. Bugün bir sürü hareketim değişti bir anda. Dünya için iyi bir şeyler yapmaya başladım, hem de kendimi "kasmadan". Okuyun. Lütfen.

Yeşil Kitap'ın yanına ise Deniz Gürsoy'un "Çilingir Sofrasında Rakı Mezeleri" kitabını aldım. Uymadı biliyorum. Ama karnım acıkmıştı ve açlığı en çok yemek kitapları bastırır. Akşam oyun oynadım, 3 sayfa seçtim, 92, 141 ve 183. Lalezar (Bursa), Zeytinyağlı Ispanak Kökü (Kocaeli) ve Datça Badem Köftesi. Bugün yapacaktım. Yapamadım.


Son olarak da kızıcığıma Anneler Günü hediyesi aldım. "İlk Sözcüklerim/Dokun Hisset Öğren Resimli Kartlar". Kocaman renkli, güzel baskılı kartlar, çekici resimler ve her resimde doku örnekleri, kadifeler, tüyler... Ada'nın şaşkınlığını ve heyecanını anlatamam, tepinip durdu her kartta. Hele miyav, miyav kediye. Canım kuzum.

Şu ansa...Dudaktan Kalbe'yi seyrediyorum. Çünkü orda bir Kınalı Yapıncak var :) O değil, Reşat Nuri romantikliği var, o da değil, çok iyi bir oyuncu var, Yiğit Özşener, onu seyrediyorum.

Anneler günü ertesi biraz kendimden konuştum. Kızmazsın değil mi kuşum?

25 Mart 2008 Salı

Bebeğimin Şarkıları


İlk kez bebeğimden bir süre ayrı kalacağım. Sekiz ay boyunca hemen her gün ben uyandırdım, ben yatırdım onu, ben besledim. Babasının da çok yardımı oldu. Ama vakti olduğunca. İşimi bir süreliğine bırakıp, bebeğimin ilk aylarını onunla beraber doyasıya yaşamak doğru bir karardı. Yorulduğum oldu ama hiç bir anında pişman olmadım. Yardıma ihtiyacım olduğu anlar oldu, ama hiç bir zaman kaçıp gitmek, bebeğimle ilgili işleri birine devretmek istemedim. Devralamak isteyenleri de -e büyük bir aileyiz!, kibarca reddetme gereği duydum -mecbur oldum, dayanamazdım. Bazen bu duygumu iletebildim, bazen iletemedim.

Başkası beslerken bebeğimi -ki çok az da olsa oldu böyle şeyler, gözlerim doldu seyrederken; başkası uyutmaya kalkınca -ki bu ondan da az oldu, içim gitti, yatağında o iyi uykular öpücüğünü veremeyince, onu kendim sarıp sarmalamayınca susuz kaldım, mahvoldum. Muhtemelen anlamadılar -ki tekrar tekrar istediler. Yardım etmekti amaçları. Ama işte ben yardım istemiyordum ki, nefes almak istemiyordum, nefesim kızımdı. Anlatamadım. Hem yardım istesem söylerdim. İnsan en yakınına söylemez de kime söyler?

Artık büyüyoruz. Ben içimdeki anneliği büyütüyorum, kızım yaşadığı ayların sayısını. Ben olgunlaşıyorum, olgunlaştıkça duygusallığımın keskin kenarlarını törpülüyorum, kızım günler geçtikçe daha düzenli ve daha bağımsız oluyor. Ve bakıyorum ki, eski mesleğimi (müzisyenlik, piyanistlik, eğitimcilik), yeni mesleğimle (annelik) birleştirme hayalleri kurmaya başlamışım. Heyecanlanmışım...

Değişim.

Hayallerimle ilgili ilk gerçek adımı önümüzdeki günlerde atacağım. İşte bunun için kısa bir süre yutdışında olmam gerekiyor. Minik bebeğimden ayrı kalacağım, onu emin ellere bırakarak gideceğim. Kısa bir seyahat, zor bir deneyim olacak: Bebeğimden ilk ayrılışım. Çok özleyeceğim. Bebeğimse belki de hiç farkına varmayacak. Yanında onu seven bir sürü kişi olacak çünkü.

Hepsi iş bölümü yapmış olacaklar. Biri bıkmadan oyunlar oynatacak, cimnastikler yaptıracak, diğeri bizimkinin favorisi uzun ev turlarında rüya masallar anlatacak. Biri yoğurdunu mayalayıp, sebzeleri haşlayacak, mis çorbalar yapacak; diğeri küçük canavarımı en seri hareketelerle besleyecek, banyosunu yaptıracak. Hepsinin gözü miniğimde olacak, ritmini anlayıp zaman zaman onu yalnız bırakacaklar -bazen pencere önünde dışarıyı seyredecek, bazen oyun havuzunda kendi kendine yeni oyuncaklarını keşfedecek. Tetikte olacaklar, altını temiz, vücudunu mis tutacaklar. İhtiyacında kucaklarına alıp uzun uzun karşılıklı sohbetler yapacak, ihtiyacında arabaları yüklenip sokaklara taşacaklar.

...diyorum da... bildiğim başka. Aslında ve gerçekte "yuvarlanıp gidecekler". Annenin dikta kurallarına gülüp geçecekler! Ada'lı ve mutlu bir kaç gün geçirecekler. İşte bu kadar.

Şimdi evde bebeğimin şarkılarını öğretiyorum herkese. Hep duydukları şarkılar. Ama söylemeye kalkınca unutuyorlar, utanıyorlar, gülüyorlar.

Oysa ki şarkılar çok önemli Adakız için. Doğduğundan beri gününün rutinlerini şarkılar sayesinde öğrendi. İlk doğduğu gece Aaaa-daaa şarkısıyla sakinleşti, uykuya dalmayı becerdi. Çişleeer, kakalaaar'la rahatladı, kakaları patlattı, yemek vakti geldi şarkısıyla, hop hopladı, hop kalktı meme ağzına girene kadar, şimdiyse ilk lokmayı kapana kadar. Uyku şarkımızla bildi uyku vakti geldiğini, geceye hazırladı kendini. Dışarı çıkarken, yine şarkıyla çekilir oldu paltosunu giymesi, şapkasına katlanması. Bıcı bıcı bıcı ile içi pır pır oldu, suya suya gider oldu mıknatıs çeker gibi. Belki daha da fazlası var, bunlar ilk aklıma gelenler.

İşte şimdi hep birlikte evde bu şarkıları söylüyoruz. Kızım annesini özlemesin, rutinini kaçırmasın, sürprizlerle karşılaşmasın diye. Komik bir haldeyiz anlayacağınız.

Bir komik annenin anıları işte... Bu tür yazılar kaşındırırdı beni hart hart, şimdi oturmuş ben böyle hormonlu yazılar yazıyorum (bkz. Dantel Hayatlar), anlaşılır gibi değil!!

7 Mart 2008 Cuma

Dantel Hayatlar

Bugün Kadınlar Günü. Hayatımdaki en özel kadınlara; anneme, anneanneme ve minik kızıma kucak dolusu sevgiler. Bir kaç yıl önce kaybettiğim sevgili babaannemi de hasretle anıyorum.


Ve bir de yazı yazıyorum.
Bu yazı taraflı bir yazıdır. Hissedeceksiniz. Ama n'apabilirim?

Hızlı giriş: Evlenmeden önce kadınlarla erkeklerin eşit olduğunu savunurdum, kaplancasına. Fark sadece fiziksel farktı bana göre. Yani bir erkek, koca bir bavulu kadından daha kolay taşırdı (Biliyorum tamam, onu bile yapamayan var). O kadar. Şu kadınlar şöyledir, erkekler böyledir meselesine de hiç girmezdim. Kız kıza, kadın kadına konuşmaları da sevmezdim (tuhaftım). Zaten çoğu arkadaşım erkekti.


Evlendim, değiştim. Çocuk sahibi oldum, tanınmaz hale geldim. Biliyorum artık, arada dağlar kadar fark var. Çünkü... Bizim yaşadığımız dantel hayatlar. İnce, ayrıntılı, estetik, özen dolu; dahası da var, kolalı, lavantalı; nesilden nesile geçmenin sorumluluğunda. Duyarlı. Hisli. Duygulu.

Bazen de işte yaralarımızı dantelle kapatıyor, eciş bücüş taşları dantelle sarmaya çabalıyoruz; ucube şekiller oluşturuyoruz hayatta.

Uzun lafın kısası, diyeceğim odur ki; hayatı kadınca yaşamanın güzelliğini, onurunu çok geç fark ettim. Gün mün palavra, kutlu olsun o başka. Dantel kadınlara, dantel hayatlara sevgiler. Biz olmasak çok sıkıcı olurdu bu dünya. Farkındalar mı acaba?