Ada'nın gelişimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ada'nın gelişimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Mart 2012 Pazartesi

Piyano Başında Eğleniyoruz...


Eline bir nota tutuşturuyor, ben evin neresindeysem yanıma gelip "zırrın" diyor bir el havada, hesapta kapıyı çalıyor. Açıyorum "gacıırt". İnce bir ses, kafa yana eğik: "Merhaba öğretmenim ben geeldim." Tavır Ada'da alışık olmadığım bir tavır. Fazla 'cici', hafif çekingen. Hoşuma gidiyor. "Gel bakalım" diyorum, neredeyse titreyerek piyanonun başına oturuyor, özenle notayı yerleştiriyor. O andan itibaren, Ada başka biri:

Öğrencim.

Bu senaryo tamamen ona ait. Çok istekli gördüğümde, haftada bir gün bir ders saatimi ona ayırmayı düşünmüştüm. Olmadı, durum böyle bir şekil aldı. Her gün en az bir-iki '5 dakika'. Bu senaryoyla. Tam da ders sayılmaz aslında. Hala o beni yönetme hevesinde!

Ne olursa olsun eğleniyoruz, biraz çizgi dışı gitsek de, öğreniyor. Ve bu benim çok hoşuma gidiyor. An değerli, çocuklar TonTon gibi. Bugün böyle, yarın bir "Değiş TonTon" diyorlar, tepetaklak oluyorlar. Gittiği yere kadar gitsin bakalım, zevkle, keyifle...

26 Ocak 2012 Perşembe

Elde Var Bir

Bunca ayı kaçırıp geri dönüp kalakaldığımda düşündüm, neler yazmak isterdim en çok diye.


Bir koca yaz var mesela atladığım, kollukları atıp, yüzeradam olduğu, kendi kendine yüzmeyi öğrendiği, sadece büyükler havuzuna girdiği. Ya da... tam bir yıl önce ilk gittiği klasik müzik konseri var mesela, devamına daha da büyüklerin eklendiği, bir değişik heyecan yaşadığı. Sonra, yeni zaman haberi, piyanonun yanında kemana da başlaması işte, hatta bana eşlik etmesi Brahms sonat çalarken, keman partisini çalıyormuş-muş gibi yapması. Ya da ya da kusma fobisi tabii. Evet evet, kusmuk fobisi de diyebiliriz, okulu bırakma sebebi olan, kuyruğum olmaya terfi ettiği, her saniye birlikte geçirdiğimiz çoook zor bir üç ay var mesela. E sonra, sonrası büyük mesele, yeni okulu var sırada, hayatına girecek yeni arkadaşlar, yeni bir sistem, yeni bir dil. Ve tabii kaçan kaçlarca şey, onlarca sohbet, hafızamda kalan yüzlerce görüntü, binlerce anı...

Her geri döndüğümde -ki bu sefer ara çook uzun olmuş, hep yazsaydım diyorum. Bin pişman boyun büküyorum. Çünkü hafıza da silikleşiyor, renkler matlaşıyor. Maalesef... Bunların adı 'elde var bir' işte.

26 Temmuz 2011 Salı

Ve Dört Yaşında Oldun!

Bu hayatta en güzel müzikler eşliğinde danset, en güzel melodileri fısılda etrafına.
Çal, söyle, gül, eğlen. Mutlu ol, mutluluk ver. Yaşa.
Hep sağlıkla...

İyi ki doğdun minik kızım. Ve iyi ki bu dört yıldır seninle birlikteyim.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Bu Parçanın Adı: Bebeğim



Çaldığı bu parçanın adı "Bebeğim".

...O da benim bebeğim. İsterdim ki -ne hakkım varsa?- resim yapsın. Hani ille aileden bir şeyler geçiyorsa beceri olarak, resim olsun yapacağı. Sorarlardı ve eklerledi, "Çocuğunun ne olmasını istersin? O da piyanist olsun!" Aman ha derdim, çok zor, yazık olur.

O sormadı, ben söylemedim. Sadece sevdi sanki müziği doğduğundan beri. Bir de Music Together vardı, kuşkusuz etkisi oldu. En çok etki ise benim evde çalmam sanıyorum, gelen giden öğrenciler sonra. Hani anne ne yaparsa çocuk onu yapıyor, hani en yakın model biziz ya.

Nasıl ki Music Together'ın ilk denemelerini evde Ada ile yaptım, Piyanomini'yi de ilk onunla testten geçirmiş oldum. Bu sefer hatta tersten oldu. Yani Ada yönlendirdi beni, ben şekil aldım. Olur mu, dedim. Oldu. Oluyor. Olmakta yani, heyecanla yol alıyoruz yeni programda. Piyanomini'nin ilk sınıfı insan önünde ilk dinletisini gerçekleştirdi bile. Bir veri mi? Neden olmasın? Music Together'a daha minicik çocukken başlayan çocuğum Can Ege, bireysel derslere geçti bile mesela. Ailesi izin verirse, onun konserini burada yayınlamak isterim.

Ada asi bir arkadaş, biliyorsunuz. Yo, aslında tamam, tatlı, bal, lokum... Ama bir şey öğretmeye kalkarsanız kaplan kesilir, reddeder, hırçınlaşır, uyarırım. Bunun için; öğretemiyorum! Ama yine bunun için o sınıfta. Çünkü Piyanomini'de öğretmek-öğrenmek yok. Biraz Music Together gibi. Bu yazı reklam yazısı değil. Onu daha açık yaparım bir ara :)

Bu yazı Ada'nın piyanodan ilk anlaşılır ses çıkarmaya başladığı bu yaşların kaydı. Sevgisinin ilanı. Bazen kapımı aşındırıp, hadi ders yapalım diye bezdirmese beni veya dersimsi birlikteliklerimizde asi yanıyla birden tepeme öğretmen kesilmese çok daha memnun olacağım. Ama benden kime ne? O istediği gibi oynuyor piyanoyla, çoğu zaman kendi 'beste'lerinin peşinde, her defasında değişen ve gelişen motiflerle; şimdi şimdi duyduğu şeyleri çıkarmaya çalışıyor bir çaba, çoğunlukla kızgın kendine, daha iyisini istiyor. Ama işte tuşlar elinde hamur gibi, sesler kulağında sürekli bir hareket.

Göreceğiz bakalım bu heves ne kadar sürecek?

6 Temmuz 2011 Çarşamba

21 Şubat 2011 Pazartesi

Entellektüel Dönem



Bundan öncesi erken ergenlik dönemi idi ise, bu dönem de entellektüel dönem olsa gerek.

Garip şeyler oluyor.

Bugün başıma gelenleri söylesem yeterli herhalde. Sabah: Bir elinde birlikte yattığı miniş kuzusu, diğer elinde bir Piyano Kitabı mahmur bir suratla yanıma geliyor, henüz uykudan sıyrılmamışım, beni dürtüyor, daha doğrusu sarsıyor, uyanayım istiyor: "Annee, hadi uyan, bana notaları öğret, hangisi re'ydi?"

Yine sabah el-yüz yıkama faslında: "Anne, sana bir şey söyliicem: Beni bir konsere götürür müsün? Ama orkestra olsun. Bir de ben de çıkayım, tamam mı?" Şaşırıyorum, çaktırmıyorum. "Hmm, tamam Ada'cım" diyorum. "Senin kadar küçükleri almayabilirler ama bir sorarız, sen sahneye mi çıkmak istiyorsun? "Evet, ben de çalıcam" "Ne çalacaksın Ada'cım?" "Simbal, hani var ya, dat daradaradara, dat dara daradara, dat dara..."

Sonrasında, bu sefer ben hızımı alamıyorum, youtube'u açıyoruz. Bir Dudamel izliyoruz; tamam izliyor, tamam ilgiyle ama tam dört kere "tekrar" diyor. O arada tabii enstürmanları hatmediyor. Pikolo, flüt, korno, trombon, çello, neyi gösterirse kamera artık. Ben de o arada Venezuella'lı varoş çocuklarının başarısına ağlaşıyorum. Ada'ya da anlatmak istiyorum, hani şöyle masal gibi ama o beni durduruyor, müzik dinlerken konuşmamdan hoşlanmıyor.

Ona orkestra yöneten 3 yaşındaki çocuğu açıyorum sonra, ona da bayılıyor, iki-üç kere de onu dinliyoruz. Sonra başka kayıtlar, başka konserler... O arada -hasta olduğu için evde olduğu için- iki küçük öğrencimin üstüste dersini dinliyor. Sus-pus. Arada piyanonun ayna gibi yüzeyinden bakışıyoruz. Gülümsüyor bana.

Hadi bunlar tamam. Müzikle yaşayan bir evin ferdi.

Ama diğeri... Bir garip.

Bugün akşam yemeği bitiminde ağzından çıkan laf: "Hadi anne, Yaşar Kemal okuyalım" (!) "Mustafa'yı ama."

Ben şaşmıyorum ama Fethi şok, anlatmıştım, kendi şahit olmamıştı. Yemekten sonra Yaşar Kemal'in 18 sayfalık Beyaz Pantolon hikayesini okuyorum. Dün iki kere istemişti, bugünü üç kezle kapatıyoruz. Sesim kısılıyor, nefesim tükeniyor-kolay da sayılmaz dili, soru işaretleri beynimde dört dönüyor...

***

Böyle oldu.
Kendini beğendirme kaygısı değil. Çünkü tüm tiyatro becerimi kullanmaya çalışarak, hayret etme güdümü bastırıyorum. Sadece içinden öyle geliyor. Evet evet böyle. Yani "annemi şaşırtayım, aman babama hava atayım" değil durum.

İlle de trompet çalmak istiyor mesela. Ama bu ara Carmen'den dolayı simballere takmış vaziyette. El simballeriyle eşlik ediyor esere ama her gün en az birkaç kere büyük simbal almamız için yalvarıyor. Baktı kafamız karışık, bizden cevap gelmiyor, bu gece Amerika'dan aldırmamı önerdi!

Repertuarın klasikleri normal olarak kafasında ve her gün istek parçaları var, kuyruğumda dolaşarak hem de. Türk Marşı, Für Elise, bir Chopin Nocturne, Vivaldi Mevsimler ama ille de İlkbahar ve son günlerde defalarca Carmen (bu Little Einstein'lardan dolayı repertuarına girdi, bizde duymamıştı hiç). Caz da dinliyoruz, onda da bugünlerde favorisi Sophie Millman, Beautiful Love. Ipod profesörü oldu kendisi.

Arada piyano da çalıyoruz, kitabı koltuğunun altına kapıp, ders almak istediğinde, piyano odasında girince ben, ders aldığını zannediyor gerçekten. Ama değil, çünkü o bana ders veriyor, "şimdi hadi Für Elise çalalım, tamam mı? Ama ben şurdan çalayım!"

Bir de PiyanoMini'ye katılmaya başladı. İki haftadır ders günü, ders öncesinde ve sonrasında bana "Yapıncak Öğretmen" diyor!! (ben de onu yemek istiyorum ama bu başka bir konu)

***

Adakızım'ın bugünlerde yaptığı şeyler; kanını kaynatan, ona heyecan veren şeyler bunlar işte. Yo, yo, büyüyünce müzisyen olacağını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. O konuda net ve ısrarcı: 'Tamiratçı' olacak. Değişmedi yani kararı.

***

Müzisyen olur mu? Bilemem. Henüz çok erken. Ama şu anda bu müziği çok seviyor. Bestecilerle, eserlerle tanışmak en büyük heyecanı. Ve bu tabii ki benim çok hoşuma gidiyor :) Yaşar Kemal'e gelince...

Hmm...

* Kaydetmesem olmazdı, linkler de senin için Adakızım, belki büyüyünce tıklarsın :)

23 Kasım 2010 Salı

Serbest Kürsümsü

Oramdan buramdan kordonlar sarkıyor yine, pantolonuma iliştirilmiş eski walkman kılıklı 'cihaz'la çok coolum, çok. Arada 'bip'liyorum. Bu bipler, elektrodların tene temasta sorun yaşadıklarında verdikleri sinyalmiş. Cumaya kadar böyleyim. Olsun. Kablolarımı, kordonlarımı seviyorum. Şimdilik yani. Daha doğrusu, pozitivite seansındayım 24 saat -onlar da beni sevsin diye tabii, danışıklı dövüş. Mecbur, n'apacaksın?

Ne mi yapacağım? Salı bugün. Tatil!

Salı babaanne günü. Ada için tam gün aktivite demek. Artık bugün at mı olur, lunapark mı; evde yastık-çadır mı, elişi partisi mi; dışarda tren gezisi mi, çarşı-pazar mı bilmem.


Benim için ise bugün, sessizlik demek.
Salıları sessizlik alıyor, sessizliğin bıraktığı huzur da bana kalıyor. Oh!

Amaa... Akşama doğru huzuru kemirmeye başlıyorum beklenmedik. Fazla geliyor bir noktada. Sessizliğiyle beni sarmalayan o pembe huzurdan sıyrılıp, hayatımın fosforlu neşesini kucaklamak istiyorum karşılığında. Gürültüye aş eriyorum kıvıl kıvıl.

Gün uzuyor. Miniğimi özlüyorum.

*
Ama şimdi, sessizlik, evet evet. Kahve eşliğinde -ve de wgbh tabii. Sessizlik dediysek, renksizlik demedik öyle ya? Müzik ve kahve, kitapsız öksüz. Sevgili Arsız Ölüm'ü okuyorum, son birkaç sayfa. Salı'ları kitap kulübü günüm. Bundan sonra Kürk Mantolu Madonna...

Cahil hissediyorum kendimi feci halde. Edebiyatla ne zaman, nasıl yolları ayırdığımın cevabını arıyorum. Tonla mesleki, sayısız sanat, tek tük bilim, üç-beş kişisel gelişim, onlarca da anne-bebek kitabı raflarımda. Edebiyat? Eski günlerimde. Ayda yılda okuduğum üç-beş taneleri saymazsam tabii. Rezalet! Resmen. Bilkent günlerimi hatırlıyorum, kütüphaneyi sömürdüğüm, bir yazara tutulup, tüm kitaplarını gece-gece bitirmeden, yenisini keşfetmediğim günleri. Bilkent'te geçirdiğim onca yılın en büyük karı, o kütüphane idi. Neyse.

Eksiklikler insanda ağırlık yaratıyor.
Şimdi işte, çok ağır kitaplarım var beni bekleyen, sıra sıra...

*
İnsanın kendine dönmesi güzel. Kuzucuğum okula başladığında fark ettim ben de, 'o'ndan başka/bağımsız bir 'ben' olduğunu. Canım kızım, artık sen de kendi başına bir bireysin. Arkadaşlarınla, oyunlarınla, seçimlerinle, zevklerinle. Ben olmayan bir sen. Öyle heyecan veriyor ki seni izlemek. Her yeni gün, bende daha fazla merak uyandırıyor. Şimdi sırada ne var diye bekliyorum.


Ne mutlu bana ki, duygularını ifade edebiliyorsun. Ne şanslıyım ki, sevgini gösterebiliyorsun. Görüyorum ki, adalet ve özveri gibi senin için bulanık olabilecek bazı kavramların pekala da farkındasın. Her gün yeni bir sen yaşıyorum bebeğim. Adakızım, cankuşum. Büyüyorsun, farkında mısın? Farkındasın, farkındasııın...

18 Ekim 2010 Pazartesi

Okul Durumları

Ada haftada üç yarım gün okula gidiyor. İki haftası bitti. Başladığından beri her sabah yanıma gelip, "bugün okul var mı?" diye soruyor. Yok dersem, "Neden?" diyor, ben de açıklıyorum durumu.

Bugün (Pazartesi'leri okulu yok):

- Anne, okul var mı bugün?
- Yok Ada'cım, bugün tatil günün.
- Neden?
- Sen okula mı gitmek istiyorsun?
- Evet (onaylayıcı baş hareketi ile)
- Ama buna alış, her gün gitmiyorsun. Biraz büyümen ve hazır olman gerek.

- Anne?
- Efendim?
- Öğretmenimi arayalım mı?
- ?
- Ona büyüdüğümü söyleyelim. Beni çağırsın, giyinelim okula gidelim.
- (WOW!)

Mesela yani :)

Sanırım hazır!
Kendimi suçlu hissetmeden, onu da fazla bekletmeden, bir de tabii evde birbirimizi gebertmeden (!).
Kasım ayında...
(Böööğ, ağlamak geliyor içimden...)

11 Ekim 2010 Pazartesi

Elmalı Kırıntı

Ayça'nın blogundaki kurabiye postunu okuyunca "tüh be ben neden foto çekmedim?" dedim. Anıları biriktirmek gerek, görsel hafıza en canlı hafıza sonuçta. Blog alışkanlığımı kaybetmişim.

Anlatayım o zaman: Bugünkü cinnetlik günümün en güzel anı apple crumble maceramızdı. Zaten Ada ne yapbozlarla ilgilendi hayatta; ne rakamlarla, sayılarla; ne resim yapmayı sevdi, ne killerle içli dışlı oldu. İlgi alanları müzik -dolayısıyla dil becerileri ve...

- Ve?
- Ev işleri!

Yıkasın, paklasın, düzenlesin; döksün, çırpsın, koklasın -dolayısıyla yesin tabii; süpürsün, dağıtsın, silsin... İlk eğitimi profesyonel eldendi: Evimizin sultanı Sultan Abla'sından. Şimdi ise, sonradan gelen 'abla'ları pek haklı sebeplerle sepetleyip, guguk kuşu gibi kalan şaşkın annesinin yanında hünerlerini geliştirmek istiyor ama zor, çok zor...

Neyse ki arada yemeğe gidiyor elim. E mecburen. O zaman işte küçük yardımcımdan da faydalanmam şart oluyor. Aktivite olsun da isterse dolma olsun, sarma olsun, değil mi ama?

By Ceyda- Günün anlam ve önemine uydu bu foto

Bugün hayatı "apple crumble"la kurtardık. Miniklerle yapılacak kolay mı kolay, mevsime de uyar mı uyar bir tatlı diyelim.

Ölçüleri kesin karıştırırım ama hatırladığımı söyleyeyim:
(Biz ölçüleri kendimize göre şekillendirdik)

4 elma
250 gr. şeker
200 gr. un
biraz tarçın
150 gr. tereyağ

Elmalar küçükçe doğranıp tencereye atılıyor, üzerine 2-3 kaşık toz şeker, kapağı kapatılıp arada incitmeden karıştırılarak yarım saat pişiyor. Ateşten alınıp, azıcık ezilip soğumaya bırakılıyor.
Başka bir kapta kalan şeker, un, tarçın ve tereyağ ekmek kırıntısı şekline gelecek şekilde hamurlaştırmaksızın yoğruluyor. Elmalar bir fırın kabına alınıyor, üzerine kırıntı dökülüyor ve fırına...
Üstü kızarınca çıkarıp üzerine sütle karıştırdığınız kremayı -dondurma da bir seçenek- döküyorsunuz.

Misss...

*
Uyuyor Ada'cığım, kudurmuş gibiydi yine bugün. Belki de her gün okula gitmesi gerekiyor artık. Her gün parka gidip koştursa da, olmuyor belki artık evde. Durulmuyor. Tırmanması, koşması, bir şeyleri karıştırması, bozması, dağıtması gerekiyor sanki her daim. Tanıyamadığım bir Ada var birkaç gündür karşımda.

Bir de 'ev işlerini çok seviyor' yazıyorum.
Tutarsız anne, cık cık cık...

Yuvarlanmaca

İşaretledikçe rahatlıyor, işaretledikçe hafifliyorum. Bana disiplin iyi geliyor ama belirlediğim günlük programım aksarsa şayet, çalkalanıyorum. Olmuyor. Hayatın arkasından koşturmaya başlamış buluyorum kendimi biraz sonrasında. Yorulmaya başlıyor, geriliyorum.

Tıpkı Ada gibi.

Uykusuna, yemeğine, aktivitesine müdahale yoksa, keyif keka. Şayet doğaçlama bir olay gerçekleşiyorsa, vay halimize... Okuldan uyku saatinin ortasında çıkıyor mesela. O uykunun cazibesinin çekimi ile harap bitap eve koşuyor. Şanslıysa yakalıyor ucundan. Ama uyku bu, hem de "okul-sonrası" uyku, annelerin uyandıramayacağı pembelikte. Uzuyor da uzuyor. Gece yatış saati de beklendik bir şekilde kayıyor da kayıyor.

Sonucunda onun ruhu, benim gözler-kaşlar da kaymaya başlıyor. Sabırlar taşıyor. İnsanız ya.

Ama olmuyor. Olmamalı.
Ama kontrol nereye kadar? Olmalı mı?

*
Üç yıl Tracy'nin de büyük yardımıyla düzen torpilli yaşadık, kolayından. Hem de ne kolayından! Ama hayat çağlaya çağlaya geliyor üstümüze, girdaplara giriyor, çıkıyoruz artık çaresiz. Düzen takipçisi rolümüz, manevracı
bir role dönüştü son zamanlarda. Hayat geliyor, biz iki kıvrım hareket yapıyoruz, kurtulduk kurtulduk; yoksa kriz.

*
Yeni bir dönemdeyiz. Ve bakıyorum da yavaştan öğreniyoruz. Artık hayatı yönetmiyor, hayata adapte oluyoruz. Hissediyorum, eğlenceli bile olabilir.

Göreceğiz... Kutlu olsun.


7 Ekim 2010 Perşembe

İki Hatıra

Madem ki bu sefer açmışım caz radyosunu Chopin üstüne, madem ki nefes alıyorum bir kahve, bir kaçamak çikolatayla; madem ki, Adakızım ağır/bitap uykularda sıcacık ayaklarıyla, madem ki öksürmüyor hatta bugünkü kıyafetsiz yaşam protestosu üzerine; işe yarayayım dedim iki hatıra... Fotoğraflar Ceyda'dan bittabi.

6 Ekim 2010 Çarşamba

İlaç

Annem doğru bir laf etti bugün: "Fazla içli dışlı oldunuz."

Feci bir gündü... Ada resmen yaramazlığı aşan davranışlarda bulundu. Bile-isteye; sınırlarımı merak ediyor, beni zorluyor; bir nevi oyun. Ve ben bir insanım!

Ne yapacağımı şaşırıyorum böyle durumlarda. Bugün bir de tatil günüm, öğrencim de yoktu, onun da okulu yoktu. Sürekli ve de es'siz bir biçimde "içli-dışlı"ydık, doğru. Uyumadı bir kere! Ne o alışık bu duruma, ne ben. Sırtımdaydı, sinirlerimin ucunda. Tüm zekice manevralarda. Çalkalandık.

Yoruldum.
Üzüldüm.
Kızdım hatta.

Tükendim özette...

*

Şu an pek şanlı Chopin Yarışması'nı dinliyorum yatakta. Şaka gibi değil mi? Online. Naklen. Hepsi çaldığım eserler, her notada kalbimde heyecan.

Zor güne ne kapanış. İlaç gibi geldi, ilaç...

5 Ekim 2010 Salı

TonTon, KiKi ve Ada -Bir Okul Hikayesi

Fotoğraf: Ceyda Eldem

Bütün yaz lafı döndürüp dolaştırıp öğretmenine ve okuldaki arkadaşlarına getirse de, 'sonbahar geldiğinde yine başlayacaksın' dediğimde, en kırmızısından reddediyordu okula gitmeyi. Ekim başı başlama planını kafamda oturtup, günler de yaklaşmaya başladığında; ümidimi kesercesine karşı çıkmaya başlamıştı bu fikre.

TonTon ve KiKi sağolsun. Ada'nın arkadaşları: Biri kalın sesli, hafif yaramaz baş parmağım; diğeri iyi kalpli, yumuşak sesli işaret parmağım. Birkaç gündür, okula gidiyorlar kendileri (!), bizimki de kah anneleri, kah arkadaşları. Birlikte senaryo yazıyoruz, birlikte oynuyoruz. KiKi ile TonTon, her çeşit ruh halini yaşadıktan sonra okula gidiyorlar ve çok mutlu oluyorlar, en büyük heyecanları ise Ada'nın da okula başlaması. Hikaye işte :)

Sonuç: Kiki, miki... Önden hayal etme yöntemi işe yaradı!

Adakızım en kocaman gülümsemesiyle okula gitti bu sabah. Yanağımdan öpüp el sallayarak evden ayrıldı, hatta sevinçten hoplayarak! Devamı ise babaannesinin dediğine göre aynı kolaylıkta olmuş. Sadece 'azıcık yüzü solmuş' içeri girerken. Offf, canım benim. Yine de babaannesine elini sallamış ve arkadaşlarının yanına gitmiş. 'Bay bay...'

Fotoğraf: Ceyda Eldem

Budur. Şu anın özeti.

Belki şu anda ismimi sayıklayarak ağlıyor oralarda, belki ikinci defa tepki çişini akıtmakta bacaklarından aşağıya, belki, soyunacağım diye tutturuyor yine birilerine. Bilmiyorum. Ama belki de mutlu halinden, belki çıkışta Yoort'ta yiyeceği donmuş yoğurdun hayalinde, belki gak guk konuşmaya çalışıyor bilmediği bir dili, bile isteye...

İkinci kez okullu oldun bebeğim. Kahramanımsın. Kendini bu kadar iyi tanıdığın için, bu kadar kafanı hazırlama gayretinde bulunduğun için, ne de olsa senin için yine de hala gizem taşıyan bir belirsizliğin içine bana güvenip de atladığın için, mantığın ve iyi niyetin için teşekkür ediyorum sana.

Umarım hazırlandığımız kadar güzel bir ortamın içindesindedir şu an.

25 Temmuz 2010 Pazar

İyi Ki Doğdun Adakızım


Tam üç yaşında oldun. Ne mutlu bana ki, tam üç yıldır, soluduğun havayı soludum, nefesinle can buldum, varlığınla hayatın anlamını...

Sesinle şenlendim, bitmez tükenmez coşkunla neşelendim; kahkahanda çocuk oldum, eğlendim; enerjinle yoruldum, uykunda dinlendim. Merakınla hayatı yeniden keşfettim, inadınla derviş oldum, gafil avlandığım her yeni adımında da alim...

Büyürken büyüttün beni bebeğim. Senin sesinle uyandığım her sabah bir mucize. Sağlıkla, mutlulukla, huzur ve şans dolu nice yılların olsun Adakızım.
İyi ki doğdun.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Karman Çorman

Her gece kafamdan blog yazmaya devam ediyorum. Nasıl bir alışkanlıkmış...

Alışkanlıklarıma bağlıyım. Öyle böyle değil. Olmazsa olmazlarım vardır hatta. Mesela keyif yapmadan, sadece karın doyurmak için, hızla yemek yiyeceksem, yemem. Başlamam bile yemeğe, aç kalayım daha iyi.

Bu da onun gibi herhalde. Yazmış olmak için yazamıyorum. İstiyorum ki, önümde sınırlanmamış zamanım, yanımda kahvem, eşlik eden ruh halime uygun müziğim olsun. Kafamda yapacaklar listem titreşmesin, yanıp sönmesin acilleri "caart, caart" sesler çıkara çıkara beynimde hayali. Telaş olmasın yani kısaca. Kafam odakta olsun. Sayfanın sahibi kızımda yani.

E ama olmuyor işte her zaman.


Aman ne biçim laf etmişim. Aslında odak her zaman Ada. Beynimin her kıvrımında miniğim. Kah gelişimleri karşısında heyecanlı, kah olur olmaz tekrar eden yeni yeni problemler karşısında şaşkın. Bir gün bir güne uymuyor, ilginç. Bir uç, bir ucu takibediyor, manik depresif bir hal yaratıyor bünyemde olan biten.

Bugün nötrüm madem, kahvem de yanımda hem, müziğim yok ama olsun, dışarda cıvıl cıvıl kuş sesleri, parktan gelen çocuk kahkahaları, yazayım dedim fırsat bu fırsat. İyiyiz, hoşuz. Yaz sarhoşuyuz, daha çok bitkiniyiz demem gerek belki de. Özet olsun mu? Olsun. Ne mesela? Okul meselesi?

İşin güzel yanı bu konu. Güzel başladı, zor devam etti. Ben götürme işini ablasına bıraktığımdan beri ise, düzeldi gitti. Meselesi okul değil, bendim zaten. Öyle seviyordu ki okulu, benim de onunla olmamı istiyordu -hala da bir şey değişmiş değil tabii bu konuda. Ne mi yaptım? Çok kişinin yapmadığını. Net oldum, tek defada anlattım. (Vay be, neler yapmışım!!)

...Haha bu paragraftan sonra bin defa, yazdım da yazdım, sonra sildim de sildim, bir daha yazdım. Ve tekrar sildim. Belki başka bir postta uzun uzun anlatırım, kim bilir? Ama yazmaya söz vermiyorum artık, dersimi aldım.

Şu an hayatının en pozitif bölümü okul diyebilirim. Bütün akşam öğretmenini, arkadaşlarını, yeni öğrendiği cümleleri dinliyoruz. Coşkusu pek etkileyici. Yine de hala evden zor çıkıyor, ama napalım?


Büyüdü. Uzadı, inceldi, tipi değişti. Çocuk oldu. Kıpır kıpır, hareketli, dediğim dedik bir çocuk. Seyrediyorum bazen. Şaşıyorum hala bir kızım olduğuna. Sarılıyorum hala, bunalta bunalta garibimi bu sıcakta. İkibuçuk yaşına kadar dünyanın en kolay anne-babalığını yaşattı bize. Yumuşacık bir bebeklik geçirdi. Şimdiyse bir küçük canavar bazen. Terrible two filan çok anlamamıştım, inanmıyordum öyle şeylere. Ama 3'e 2 ay kala pestilimi çıkarttı, çaresiz bıraktı. Öfke, hüzün, inat, garip şeyler... Çok yoğun duygular yaşıyor. Şanslıyız ki, bir şekilde derdini dile getirmeyi beceriyor ama zor bir zaman geçiriyor miniğim. Sıkıntıları var. Onun için özellikle şu aralar geçirdiği her mutlu anın, yüzünde beliren her tebessümün benim için değeri başka.

Bunları da atlatacağız. Bir şekilde...

Ne yazdığımı da şaşırdım şimdi.
Karman çorman...

* Fotoğraflar Ceyda'dan

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Madde Madde Foto Foto

Ne kadar uzun süredir yazmamışım... Her gece aklımdan yazıyorum bir post aslında. Garip dönemlerdeyiz yine. Özet geçmek gerek artık ama geçilecek özet yok, öyle güzel ve yoğun hikayeler yaşıyoruz ki bu aralar. Yine de kaybetmemek adına başlayayım madde madde:

1) Her anı bin cümleye bedel harika bir 23 Nisan geçirdik. Ben susayım resimler anlatsın:





Fotoğraf: Ayça Oğuş

Erin'le Ada garip bir huzurlu ilişki içindeler. Kızım o gün de ergenliğin en sancılı dönemlerini yaşıyor kadar sinirli ve huysuzdu. Öyle böyle değil ama... Ama Erin'in tüm o huysuzlukları görmezden gelen kırk yıllık arkadaş dozundaki anlayışlı ve yumuşak yaklaşımı, sihirli bir değnek gibi Ada'yı sakinleştiriveriyordu. Sohbetleri "Erin'cim, Ada'cım" diye sürüp gitti. Sohbetleri bitmedi. Biz iki anne ise şaşkınlıktan dilimizi yutmuş vaziyette güzelliklerinin hallerini dikizlemekle meşguldük. Ha bir de, geçen sene 1 Mayıs'ta deniz açılışını yapmıştı, bu sene 23 Nisan'da yaptı! Kutlu olsun!

2) Ertesi gün yine Ayça'nın harika fikri sayesinde kendimizi, Disney Müzikalleri'nden eserlerin programı oluşturduğu Doğuş Çocuk Orkestrası etkinliğinde bulduk. Söylemeye utanıyor ve itiraf ediyorum; Ada'nın ilk gittiği sahne gösterisiydi bu. (Rezalet!) Uyku saatlerinin dokunulmazlığı yüzünden ve de çocuk tiyatrolarının tam da bu saatte konuşlanmasından dolayı bir kaç deneme yaptıysam da kendimizi bir tiyatroda bulmayı bile becerememiştik. İlk sahne deneyimi, ilk aşkına denk düştü: Müzik! Arkada koca sinemaskop görüntüler olsa da, o daha çok müzisyenleri ve müziği takibetti. İki dakikada bir yinelenen "Mısır istiyorum" krizi olmasa, hiç de fena değildi diyebilirim. Coşkusu görmeye değerdi, hop oturdu hop kalktı. Sevdik biz. Çocuklar da iyi çaldı doğrusu. Ayça'ya bin teşekkür bizi ayaklandırdığı için!

3) Okul. Ah. Of. Oh. Vay be. Eyvah. Acaba? Her gün yeni bir ünlem doğuruyor bu okul işi. İlk gittiği günlerde ayrılırken aldırmazlık ve dönmek istememek, hemen takibinde ciyaklayarak girmek istememek, hatta içerde ofisten çıkmamak, sınıfa girmemek. Sonra benim gidip oturmam, onun girmemesi. Sonra benim bırakmam, onun çıldırması, anında sakinleşip, dönüşte parlayan gözlü ciddi mutluluğu. Sonunda ablasının bırakması. Bugün ise evden beni öpüp bay baaay diyerek çıkması...

Durum net: Okulu, öğretmenini ve arkadaşlarını seviyor -şimdilik en azından (Her gece öğretmenini görüyor rüyasında, "Gülümsüyor"muş!). Sorun belli: Benden ayrılmayı sevmiyor. Hayatında büyük yer eden Sultan'ın ani gidişi ve aynı anda hiç hazırlanmadan başımıza çıkardığımız bu okul işi, benimle ilgili bir güvensizlik yaratmış durumda Ada'da. Sıkıntısı her şeye yansıdı. Tepemde yaşayan bir minik şu anda, sürekli, kucağımda, bacağımda. Başlangıçta gece uykularını da etkiledi. Ben onu yatırıp çıkarken, uyumaz oldu birden. Kontrol de kontrol. Feci bir kaç gün geçirdik. Sonra orda da sistem değişikliğine gittik ve şimdi yeni rutinimizle rahatız. Bakalım...

O kadar kuvvetli ki aslında. Resmen duygularını kontrol etmeye çalışıyor, niyetleniyor yani, çaba sarf ediyor, anlıyorum. Ama bir noktada duygular bastırıyor ve küçücük bir minik oluveriyor, savunmasız. O kadar iyi anlıyorum ki onu. Canım miniğim. Kendi minik yaşamına göre ne büyük değişiklikler bunlar.

4) Gelenler, gidenler, olanlar, bitenler: Artık Nigar'ımız var. Çocuksu, güleryüzlü, ağır elli ama olsun, Ada seviyor, biz de. / Annem ve Büşşin geldi, onları bunalttım gittiler! Ama kriz günlerimizde çok yardımları oldu. Sağolsunlar. / Radyo istediğim gibi olmadı, kalbim pıtpıttı çok, kendimde değildim nerdeyse, aritmi. Belki heyecan, belki yorgunluk. Yansıdı tabii. Music Together, devam. Sonuna bile geliyoruz dönemin. Yaz dönemini de açmaya karar verdik, başladık yine çalışmaya. / Dün, Ada'nın büyükdedesinin Büyükada'da düzenlenen 67. Ölüm Yıldönümü Sempozyumu vardı. Fethi çok koşturdu, bense derslerimi bırakamadım, gidemedim. Ada ordaydı. Çok güzel geçmiş tüm konuşmalar, çok katılan varmış, sevindim. / Ada fiziki aksiyona verdi kendini. Babaannesi ve Ceyda sağolsun, her an parkta, sahilde...

Fotoğraf: Ceyda Eldem

5) Ada kendini erkek sanıyor. Daha doğrusu kız olmayı reddediyor. Çok kurcalamasın diye ben de kurcalamıyorum. Kızlar şöyle, erkekler böyle konuşmalarına girmiyorum. Zaten hiç sevmem. Ama herhangi biriyle başladığı sohbette, ben abiyim filan dediğinde, millet anlatmaya koyuluyor ve bizimkinin de morali bozuluyor. Kafası karışıyor. Çiçekli her şeyi reddediyor, elbise giymiyor, arabalardan hoşlanıyor ve "ben erkekim" diye dolaşıyor. Hayırlısı, ne diyim? Abi olmadığı zamanlardaysa bebek bu arada! Cidden yani. Öyle hissediyor kendini. Garip bir dönemdeyiz anladığınız.

Fotoğraf: Ceyda Eldem

6) Ben iyiyim, sağlığım fena değil. Yorgunluk ve stres iyi gelmiyor o kadar. Piyano çalışmayı özledim yine. Ama onun yerine bol bol şarkı söylüyorum...


15 Nisan 2010 Perşembe

Ve Ada Okullu Oldu

Şapşal gibiyim. Aslında ağzım kulaklarımda, ama kalbim pıtpıt.

Eve gideyim diyorum. Manasız geliyor. Neden yani? Eve hep ya Ada'yla ya da Ada'ya kavuşmak için giderim, değil mi ama? Yolumu değiştireyim bari diyorum. Eve gitmek gelmiyor içimden.

Biraz dolaşayım caddede mesela. Ama tuhaf, biraz 'eksik' hissediyorum kendimi. Fazla sakin geliyor her şey. Oysaki kalbim pıtpıt. Dükkan görecek gözüm yok. CKM'ye doğru dönüyorum. Birkaç broşür bakar, kitapçıya uğrarım diyorum.

*

Kafamda düşünceler, sorular dönüyor da dönüyor. Yanımda biri olsun sürekli sorup, onay alayım istiyorum.

- Çok mutluydu değil mi?
- Nasıl ama hemen içeri girdi?
- Hiç yabancılık çekmeyecek galiba?
- Nasıl, giderken suratıma bile bakmadı?

O duymadığım onay sözcükleri yerine, kendi kendime sorduğum her soru sonrası ağzıma yapışmış olan tebessümü cevap niyetine daha bir büyütüyorum. Kafamı sallıyorum ulu orta. Bir onaydan, öne arkaya; bir hayretten, iki yana. Nerdeyse sesimi tutamayacağım, kaçacak ağzımdan, kendi kendime konuşmaya başlayacağım. Kahkaha atmak istiyorum bir de.

İnsanlar genelde hüzün yaşıyordu sanki, üzüntü duyuyordu. Ben neden böyleyim?
Şaşkınlık mı sebebi, yoksa gerçekten hazırlıksızlık mı? Farkında mı değilim mesela?
Gerçi caddede yürürken hissettiğim yalnızlık ağır ama mutsuz da değilim işte.

*

Giriyor içeri. Arkasına bile bakmadan. Kendi boyunda üç minik görüyor, minik minderlere oturmuşlar. Belli ki birileri daha gelecek, çember oluşacak. Onlarla gözgöze geldiğinde, minikler şaşkın, tepki vermiyorlar. "Günaydın" diyor bizimki. Ses yok. Ben "günaydın" diyorum ses yok. Ada iki kere daha söylüyor. İkincisi biraz yüksek sesle, hani 'duymuyor musunuz?' dercesine jestleriyle de soruyor. Kızlar hazırlıksız ya, şaşırmış, bakıyorlar öyle. Ses yok. Ben diyorum, "belki ingilizce söylememiz gerek, belki de bilmiyorlar türkçe Ada". Bu sefer, 'good morning' diyor bizimki. Yine no cevap mintoşlardan.

Bizimki kırıldı, kırılacak, o kadar heyecan, böylesi bir duvar, olmadı yani...

Diyorum ki "belki duymuyorlar Ada'cığım". İçlerinden biri duyuyoruz diyor, sonra 'good morning' diyor, ağzından çıkardığı anda o iki kelimeyi, o da belli ki rahatlıyor. Diğeri hemen arkadaşına katılıyor. 'Burası bizim sınıfımız, biz burayı çok seviyoruz, ingilizce de konuşuyoruz!!'

Tüm açıklamalar geliyor yani, istesek bu kadar iyi cevap olmaz, geç gelse de. Tek tek onlara tanıtıyorum kendimi, Ada'nın annesiyim diyorum, yeni bir arkadaş geldi sınıfınıza diyorum, sizin adınız ne diyorum. Tek tek tanışıyoruz, tanıştığımıza memnun oluyoruz. Sonra Ada tanıtıyor kendini, tek tek yanlarına gidiyor, adını söylüyor, tanışıyorlar. Birinin hiç sesi çıkmıyor. Sessiz konuşuyor yani ama bakışı samimi. Kabul ediyorlar yeni arkadaşlarını aralarına. Bizimki ise bu kabule çok minnettar, hemen minderini alıyor, oturuyor yanlarına.

Bu kadar.

Bu kadar yani.
7 saat sonra da zili çalıyorum, beni o karşılıyor.

*

Yine aynı şey oluyor işte. Sürekli dünü konuşmak, Ada'yı anlatmak istiyorum. O sürekli çocuklarını anlatan annelerin her cümlesinin kulağımda bin kez çınlayıp, beni deli etmesi gibi; şimdi kendi coşkum beni deli ediyor, kulağımda kendi sesim çınlıyor. Mahçup hissediyorum kendimi o annelere karşı. Elimde değil, tekrar tekrar beynimde aynı kalıplar:

- Çok mutluydu gerçekten.
- Hiç çekinmedi, hemen içeri girdi, 'kaynaştı'.
- Hiç yabancılık çekmeyecek galiba.

*

Ne olur bilmem. İlk gün mutlu oldu. Bugün gitmiyor diye üzüldü.
İlk gün mutlu oldum, bugün okul yok diye sevindim.
Yarın gidecek diye üzülüyorum...

29 Mart 2010 Pazartesi

Yağmurlu Güne Biraz Güneş


Ben seçemedim, 'Ada sen seç' dedim.
Papatyalara bürünmüş bir seri güzel resim arasından bunu seçti. Nedense ille de bunu.
'Tamam' dedim.

Fikir ve elbette fotoğraf Ceyda'dan, papatyadan taç babaannesinden, dün yanında değildim ama bugün izlemesi de benden. Yağmurlu günde iyi gelir dedim.

2 Mart 2010 Salı

Bu da 2, yedi fazlasıyla!


Bir başka deyişle, 2.5+1. Ya da 31 kısaca. Tam tamına 31 aylık küçük bir "çocuk" artık Ada.
Benim kalbimse 31 günlük taze bir annenin kalbi gibi pırpır hala onun yanında...

1 Mart 2010 Pazartesi

Bir 1 daha...

1 Ocak'ta Kış Güneşi doğarsa, 1 Mart'ta da bahar güneşi doğar. Olan kaynayıp giden Şubat'a mı olmuştur, kaydedilmemiş 'ilk'lere mi, tuşlara değmeden her gece kafada yazılmış romanlara mı, dondurulmamış 'an'lara mı olmuştur bilinmez.

Kendime sözümdü 'en azından' 1 Mart'ta tekrar yazmaya başlamak. Hani baharın ilk günü ya, hani kışın arka kapısı ya, yeni hayallerin başlangıcı ya, hani '1'den başlamak güzeldir ya...

Resim yok -aslında çok tabii. Ama alet edevat gerek, akrep yelkovan gerek, olayları sıralayacak zihin berraklğı, anıları yanyana getirecek ruh sükuneti gerek. Yok n'apalım. Ama verilen söz tutulur. En azından sade bir "iyiyiz" demek için. Hani okuyan kaldıysa bizleri.

Bir de kızıma mahçup olmamak için daha fazla. Bu en renkli günlerinde boş ve renksiz sayfalarla çıkmamak gerek karşısına yıllar sonra.

Yine de başlamak zor.

Bak işte, gördün mü miniğim? Beceremiyorum zor.

Ama iyisin, şeker pembesin, fıkır fıkır, kikir kikirsin, hayatımın neşesi, kalbimin her atışı sensin. Yazmadı annem diye kızma yani.

Yaşıyorum seni.