Şehir yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şehir yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Kasım 2009 Cuma

Atölyede Şekspir


Bazen ifade etmek zor gelir, beylik kelimeler kullanmak istersiniz...

Az gelir.

Ağızdan dökülemeyen sözler, gözlerden dökülen yaşlara dönüşür. Rahatlarsınız. Sanki... Sanki. Çünkü, aslında böğüre böğüre ağlamak istersiniz, utanmadan, mutluluktan.

Başarı karşısında seyircinin gözleri dolar. Fark etmez, bir resmin karşısında, bir konserde, bazen de bir tiyatro temsilinde... Ustalık etkileyicidir, dürter, kalbinizin çarpmasına mani olamazsınız. Sanat güzeldir, dokunur içinize; samimi olduğunda.

Oyun Atölyesi'ndeydim bu gece. Şekspir Müzikali'nde. Of ki ne of... Abarttım mı? O zaman sorarım:

İzlediniz mi?

4 Ekim 2009 Pazar

Gezdik...

Oh be. Kendimle gurur duyuyorum. Sonunda bir aktivite! Hatta iki!! Vay be...

Aslında her an aktivitedeyiz. Ama o kadar lokal ve o kadar sürprizsiziz ki. Tamam, günlük aktivitelerimiz var, mesela park ve ev aktiviteleri -ki ev aktivitelerimiz çok çeşitlidir laf aramızda. Haftalık aktivitelerimiz arkadaş-akraba buluşmaları ve müzik dersleri. Aylık aktivitelerimiz (3 ayda birlik mi desem?), evet evet bildiniz, Ankara... Arada bir kez at binmişliğimiz, bir-iki çocuk festivalimiz, bayram görüp bayrak sallamışlığımız, hatta iki-üç kez AVM görmüşlüğümüz bile var!

Ama işte çıkalım, dağları aşalım, gezelim-tozalım; denizleri aşalım, yüzelim-bitap düşelim, pek yapamıyoruz işte. İki mazeret belli zaten: Baba ortada yok -
çalışıyor; annenin de canı yok -yoruluyor! Ada ise günün ortasında -ille de- bir güzel uyuyor. Plan yapmak zaten baştan zor oluyor.

*
Bu haftasonu farklıydı. Cuma çekimden sonra, hadi dedim gidiyoruz, marş marş Bostancı Lunapark'a. Evet evet oraya, Prater'e gidecek halimiz yok ya! Ah ah Yapıncak, yanlış seçim ama sen nerden bileceksin? Tabii ki her gördüğün uçan salıncaklıya lunapark diyeceksin. Klasik. Hayallerde coşacak, gerçeklerde boynunu bükeceksin...

Öncelikle dönmedolap yoktu. Sonra hiç çocuk yoktu. Serseri çoktu. O kulağımda çınlayan lunapark müzikleri yoktu. Aşık okul kaçkınları vardı. En çok korku tüneline giriyorlardı... Tipik hayaller ve gerçekler hikayesi. Ve kulağımda çınlayan 'ben bunu nasıl bilmiyordum?!' sesi.

*

Ada sevdi. 'Oyuncak arabalar'a bindi. "Baba gibi direksiyon çevirdi" (Neden 'anne gibi' değil??) Trene bindi, çuf çuf şarkısını söyledi; az buçuk uçtu bile hatta... Bu birinci aktivitemizdi.

*

İkincisi ise bundan bile 'iddialı'ydı: Toplu taşımalarla gidip-gelerek, Sultanahmet Meydanı, Topkapı Sarayı, Yerebatan Sarnıcı! Kısa öz geçeyim, dolmuş, vapur, tramvayla gidiş, tramvay, vapur ve taksiyle dönüş yaptık. Gidiş güzel, dönüş... Evet bitap düştük, sadece Sultanahmet Camii'ni gördük, öbürlerine ne enerji, ne zaman, ne cesaret kaldı.

Foto tarihi Hacı Bekir'den. Her yerde yemelik güzellikler var ama Ada kendinden beklenmedik şekilde sakin ve umarsız. Çünkü kavanozdakilerin şeker olduğunu bilmiyor!
(Çünkü şekerin nasıl bir şey olduğunu da hala bilmiyor!)

Ada ne güvercinlerle oynadı, ne caminin görkemine şaşırıp kaldı, ne de o feci kalabalık umrundaydı. Yolda yağmur yağdı yağacak tedirginliğiyle aldığımız şeffaf şemsiyeyi baston gibi kullanıp, bir tık şemsiyeyi, bir pıt adımını seyretti bütün gezi boyunca. Yollarda yorgun düştü. Camide uykusu geldi. Uyku saatine denk gelen dönüş yolculuğumuzda ise sarhoş adamlar gibi ona buna sataştı, şarkılar söyledi, düz duvara tırmandı.


En coşkulu anı yine yemek anıydı, Hamdi'de dökmeden saçmadan, tek leke yapmadan, afiyetle -ama ne afiyet, yemeklerini yedi. Orada kendine bu halinden dolayı pek iltifat yapıp, 'aman ne güzel yiyorsun sen, istediğin bir şey var mı bakalım senin?' diye soran garson abisine, birden çok normal bir edayla, 'biraz karabibel alabiliğ miyim lüffen?' diyerek hepimizin ağzını açık bıraktı!

Neyse yine de gururluyum. Gittik mi gittik. Fotoğraf bile çektik. Kaydettik mi peki? Kaydettik işte miniğim. Bu da senin ilk 'ciddi' turistik İstanbul gezindi. Götürmediler beni deme bak.

24 Haziran 2008 Salı

Sıcak

Sıcak, ıslak. Yoğun, terli. Boğucu, nemli. İstanbul.

Bunaldık...

Ada'm sıcaktan perişan. Bir şey giydirmiyorum evde. Çaresiz. Çeşmeden akan su gibi akıyor ağzındaki diş tükürükleri. Boncuk boncuk terleri irileşip, dalga dalga dizlerine inen göbeğinden (!) aşağı süzülüyor. Bezini ıslatıyor! Dıştan.


Dün sıcaktan uyandı bir-iki. Çıplak yatıyor, üstünde bir tülbent ya da hiç bir şey. Islanıyor o saçlar, yapışıyor garibin kafasına. Pencere aralık ama kaç nefes kazanılır ki ordan?

Böyle zamanlarda Ankara'nın serin gecelerini özlüyorum. Bir de bizim evi tabii, rüzgarlı bahçemizi...

20 Haziran 2008 Cuma

Dalgalardan Korkan Bir Küçük Ada Varmış

Balkondayım, sessiz İstanbul'u dinleyip, ilk defa bana bu kadar ışıl ışıl görünen pencerelere bakıyorum. Herkes maç izliyor. Hatta ben bile, ucundan yamacından. Uzaktan.

Hava serince. Çok güzel. Ankara'nın kuru havasından sonra İstanbul'un yapışkan iklimine alışmak zor. Ada da Ankara'da doğduğu için belki de, aynı sıkıntıları yaşıyor. Çok terliyor bebeğim. Oysa ki geçen sene kayıtlardaki en sıcak Ankara'da, belediyenin suları kestiği o muhteşem günde doğmuştu. Ve hiç şikayeti yoktu. Nasılsa terlememişti bile tüm yaz. Bu yaz farklı, burda farklı. Nerdeyse çıplak yaşıyor, buna rağmen sıcaktan ve nemden yine de rahatsız. Babası gibi sıcacık teni. Annesinin buz parmaklarına, kırk derecede üşür bünyesine çekmemiş Adakız.

Her sabah 8-9 park ziyaretlerimize devam ediyoruz. Güneşten dolayı sahile inmiyoruz genelde. Ama bugün hafif yağmur kokulu serinlikle tamam dedik, yumuşakça sahile süzülüverdik. Ve... ilk kez, --yuh diyeceksiniz ama gerçekten ilk kez-- Ada'yı denizle tanıştırdım. Bizzat yani. Bebeğimin en sevdiği şey su. Gelin görün ki, bir ileri bir geri gidip gelen narin dalgalar miniğimi korkuttu. Şaşırdı bir kere. Ne şaşırmak hem de. E koccaa deniz tabii. Bir geliyor, bir gidiyor, gelirken hafiften de bir gürlüyor. Miniğimin de gözleri koca koca, kalbi tıpış tıpış; bir bana, bir dalgalara bakıyor.

İki adım ileri, bir adım geri, her dalgayla konuşa konuşa, koklaşa koklaşa, tanıştık denizle bir şekil. Minik ayaklar şapırdattı suları, ama ne tedirginlikle.

Olmaz böyle, her sabah bir uğramaya karar verdim. Yakışır mı Ada'ya, adalara karşı kaçar ayak cilveleşmek denizle?

19 Haziran 2008 Perşembe

Andreas Scholl, Aya İrini ve Bir Hediyeler Hikayesi

Bu gece masallar diyarındayız. Kızımın favori müzisyenini dinlemeye, kızımsız gitmek ağır geliyor. Gidiyoruz ama. Uzuuuun süredir birlikte dışarı çıkmamış biz, açılışımızı Scholl'un büyülü sesiyle yapıyoruz.

Konserin hikayesi de ilginç. Adakız'ın bebecikken en sevdiği CD idi kontrtenor Scholl'un CD'si. Onu koyduğumuzda sakinleşir, dinlerken uykuya dalardı. Biz de zevkle dinliyorduk, sıkmıyordu bin kere dinlemek.


Derken bir baktık, Scholl bizim diyarlara geliyor. Çıkamıyoruz bir yere ama. Ne iyi olur gidebilsek diyor, birbirimizin gözüne bakıyoruz. Ama zor.

Ve. Babalar Günü'nde -konser günü- dedim ki tamam gidiyoruz, bu da benim Babalar Günü hediyem olsun. Sevinecek eminim dedim. Pahalı, mahalı, böyle güzel bir konsere değer dedim, aldım biletleri. Öbür tarafta ise meğer Fethi de karısına konser hediyesi ararmış, o da demiş, tamam en çok buna sevinir, becerelim gidelim. Almış iki bilet gelmiş.

Yaaa... işte öyle oldu. İkimiz de hediyelerimize pek sevindik, çok şaşırdık. İkinci tepkimiz ise cins cins 4 bilete tebessüm eşliğinde üzülmek oldu tabii.

İki ekstra bilete sahip bulamadık, ne müşteri, ne misafir. İki koltuk konserde boş kaldı. Konser güzeldi...

4 Haziran 2008 Çarşamba

Elma Şekeri

Bir kaç günlük inziva yetti, canımıza tak etti. İdil'ciğin ilk doğumgününde kendimizi dışarı attık. Fenerbahçe True Blue'daydık. İlk gidişimiz, sevdim. Buralar böyle, şehrin içinde birden bir plaj çıkıyor karşına, ya da bir orman, artık şaşırmıyorum ben bu İstanbul'a. Çiğdem bizi çok güzel ağırladı, anneye teşekkürler, kızına mutlu yaşlar!

Ben herkesi özlemişim, artık bence çocuklar da birbirlerini özlüyorlar. Tamam tamam özlemeseler de, en azından birbirlerinin gerçekten farkındalar. Arayı açmak iyi olmuyor. Bizimkini yine kilo almış buldu herkes, herkesin ablası gibiydi, doğruya doğru. Korkmuyor değilim hafiften, artık şekil tam bir şişman çocuk görünümüne dönmeye başladı.

Canım elma şekerim, seni şapır şupur yerim.

16 Mayıs 2008 Cuma

Mutluluk

Budur. Mutluluk, bir şeyin nerdeyse bir yıl önce hayalini kurup, aylar sonra gerçekleştirebilmektir.

Ben 7.5 aylık hamileyken bu eve taşındık. Yazdı ve balkonu çok çekiciydi, ilk görüşte aşk. Hem nerdeyse bir teras büyüklüğündeydi, hem de kocaman çiçeklikleri olan bir balkondu. Manzarası karşı apartmanın 12 dairesiydi ama olsun, köşeden kenardan parkı da görüyordu. Bana New York'u hatırlatmıştı bu manzarasıyla.


Taşınır taşınmaz Ankara'ya gittik, orda da erkenden Ada geldi zaten. Sonra bir harala gürele, tahmin edersiniz. Ada'nın 2.ayında buraya döndük. Sonbahar, kış, ilkbahar... Bahara bile çiçeksiz girdik. Ama bugün, evet bugün...bu balkon başka bir güz
el. Henüz çiçeklenmemiş sardunyalar ama üzerlerinde bir sürü yavru, patlamayı bekliyor. Balkonumda çiçek açtı ey dostlar!

Yalnızbaşına kahve-gazete keyfinin, Adakız'la beraber öğle yemeğinin tadı başka. Ama bir de güzel sohbet olursa arkadaşlarla, dostlarla, yine burda; tadına doyulur mu bu balkonun, bu taze çiçeklerin.

Mutluluğumuz büyük ama çiçeklerimiz cılız henüz. Bizim fotoya baktım da şimdi, sardunyalardan çok adaçiçeği başrolde. Çiçeklerin başrolü asıl gül bahçesindeydi bu sabah. Patladı orda güller, hem de ne patlamak, devamı da var gibi görünüyor goncalardan. Daha fazlası nasıl olabilir diye düşünüyor insan. Baharı gonca gonca yaşıyoruz kızımla.

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Benim Günüm

Anneler gününün içinde barındırdığı birbirine yakın ve uzak tüm duygusal durumları damarlarımda yoğunen yaşadıktan, ve sonra ayaklarımın yine yere bastığını hissettikten sonra, kendi kendime, sadece kendim için kullanacağım bir kaç saat hediye etmeye karar verdim. Ada'nın uyku saatinde çıkıp, uyanma saatinde dönmemek üzere sokaklara attım kendimi.

Yürüdüm önce uzun. Her şeye gözüm doldu, kavga eden çiftlere, elde çiçek/yüzde gülücük/kolda koca/pusette bebek annelere, elinde balon torunun ağzının içine bakan tatlı dedeye, Erenköy Camii'nin önündeki yaşlı kimsesiz kadına, süslü püslü dünyayı ben yarattım-asık suratlı genç kızlara... En çok da kendime gözüm doldu klasik, bir mutluluktan, bir başka şeylerden. Yürüdüm durdum, yürümeyi severim.

Önce CKM'ye gittim. O hep Ada'yla gidip kitapçılarda uzun uzun gezip, çıkar çıkmaz bir Ada'nın arabasına, bir yandaki uzun merdivenlere uzun uzun bakış atıp, kaaaç zamandır gezemediğim sergi salonuna çıktım. Serginin adı/teması "Kırmızı". En sevdiğim renk. Bir sürü ahbap, tanıdık ressam. Yıllar öncemin favori ressamı Mustafa Ata'nın karşısında mıhlanıp kalmıyorum bu sefer. Zahit Büyükişleyen heyecanlı geliyor yine, biraz vakit geçirtiyor önünde. İlginç bir şekilde favori resmim Oktay Anılanmert'in ortancası bu sefer. 8 milyar. Neden o resim, şaşıyorum. Ruh durumuna göre mi değişiyor zevkler acaba diyorum.

Sergi çıkışı en büyük kıyağı çekiyorum kendime. Sinema ve tam da güne layık bir film, anneler kadındır ya... Kadın filmi "Karamel". Of...ne güzel bir film Allah'ım. Ne keyifli bir gün. Patlamış mısır almıyorum, yine de mutluyum.

Film Lübnan'lı bir kadın yönetmen Nadine Labaki'nin, kendi de oynuyor filmde. Almodovar kokulu bir film. Onunkiler kadar çarpıcı bir senaryo yok ama. Olağan hayatlar. Kadınlık yoğunluğunda her şeye ucundan dokunmuş; güzellik, aşk, dostluk, bekaret, eşcinsel duygular, bunama, menopoz, hayalkırıklıkları...ağdalar, manikürler, pedikürler; küpeler, takılar, şık şıkırlar. Ve Lübnan'da geçiyor, tanıdık kelimeler, tanıdık mekanlar, tanıdık tepkiler, ilişkiler. Çok hoşuma gidiyor. Gidip görün derim.

Sinemadan çıkıp biraz daha yürüyorum, sinema iyi gelmiş, daha bir güleryüzlüyüm sokaklarda. D&R'a gidiyorum. Toros Can'ın Purcell CD'sini almak için. Geçen gün radyoda duymuştum çok kısa. "Taze" gelmişti. Niye bu sıfat bilmiyorum, belki çağdaşçı Toros'dan ilk kez Barok duyduğum için, belki de sık duyulmamış Purcell'lerle yeni tanıştığım için.

Bulamıyorum.


Yerine...herkese can-ı gönülden önereceğim, hatta ille de ille de alın ve hatta çok çok alın herkese hediye edin diyeceğim "Yeşil Kitap"ı alıyorum. 4 lira, %100 geri dönüşümlü kağıda basılmış, New York Times Best Seller'ıymış. İçindeki her şey de dönüştürmek üzerine yazılmış. Bir sürü şeyi değiştirip, dönüştürerek, dünyayı iyi bir gezegene dönüştürmek üzere. 'Küresel Isınmaya Son Vermek için Günlük Rehber'.

Küresel ısınmaya son vermekte benim katkım ne olabilir? sorusunu sordurup, cevapları sıralayan altın değerinde bir kitap. Kısa maddeler, çarpıcı istatistikler. Benim gibi "çok düşünme, rahat yaşa, aslanım dünya nasılsa üstesinden gelir" diyenlere "dur orda" diyor. Nasıl beceriyorsa korkutmadan ve yumuşak önerilerle bizi de o duyarlıların arasına katıveriyor iki sayfada. Bugün bir sürü hareketim değişti bir anda. Dünya için iyi bir şeyler yapmaya başladım, hem de kendimi "kasmadan". Okuyun. Lütfen.

Yeşil Kitap'ın yanına ise Deniz Gürsoy'un "Çilingir Sofrasında Rakı Mezeleri" kitabını aldım. Uymadı biliyorum. Ama karnım acıkmıştı ve açlığı en çok yemek kitapları bastırır. Akşam oyun oynadım, 3 sayfa seçtim, 92, 141 ve 183. Lalezar (Bursa), Zeytinyağlı Ispanak Kökü (Kocaeli) ve Datça Badem Köftesi. Bugün yapacaktım. Yapamadım.


Son olarak da kızıcığıma Anneler Günü hediyesi aldım. "İlk Sözcüklerim/Dokun Hisset Öğren Resimli Kartlar". Kocaman renkli, güzel baskılı kartlar, çekici resimler ve her resimde doku örnekleri, kadifeler, tüyler... Ada'nın şaşkınlığını ve heyecanını anlatamam, tepinip durdu her kartta. Hele miyav, miyav kediye. Canım kuzum.

Şu ansa...Dudaktan Kalbe'yi seyrediyorum. Çünkü orda bir Kınalı Yapıncak var :) O değil, Reşat Nuri romantikliği var, o da değil, çok iyi bir oyuncu var, Yiğit Özşener, onu seyrediyorum.

Anneler günü ertesi biraz kendimden konuştum. Kızmazsın değil mi kuşum?

23 Nisan 2008 Çarşamba

Anneler, Bebekleri ve Park Hikayeleri

Dün anneler ve bebekleri Özgürlük Parkı'ndaydık. Nerdeyse nerdeyse her hafta görüşürken, seyahatler dolayısıyla uzun süre ayrı kalınca çok özlemişim herkesi. Bebekler büyümüş, serpilmiş. Artık birbirleriyle gerçek iletişime geçmeye başlamışlar. Heyecan verici.

Biz Ada'yla yine geç gidebildik. 1-3 uykusu meselesi! Uyandıramıyorum miniğimi. 5 uykusunu artık bir şekilde atlatabiliyoruz bazen, ama 1-3'de ısrarcı Ada. Kaç kişiydik peki? Sayalım: Bebeklere öncelik, Ada, Borga, Alya, Mehmet, Elif Rüya, Ceylin, İdil, Doğay, Uluç...atladığım yok galiba.

Park güzel bir park, ilk kez gittim. Bir kere sulu! Ve bol ağaçlıklı, ki bu eşittir gölgelik serin alan. Çok fotoğraf çekmek istedim ama şarj aletimizi evde bulamadığımız için olmadı.


Aslında benim favorim sahilyolundaki park. Hele bu mevsimde. Olağanüstü. Çiçekler, laleler, değişmeyen ziyaretçiler,
kuşlar, köpekler... Sabah 8-9 favori mekanımız. Parktaki herkes arkadaşımız.

Hep şükrediyorum, ne kadar şanslıyız diyorum, bu şehrin keşmekeşinde yanıbaşımızda bu nefesi soluyabildiğimiz için.

16 Nisan 2008 Çarşamba

Lale


Adakızım'la İstanbul'un tadını çıkarmaya başladık yeniden. Bu şehirle ilişkim tuhaf, aşk ve nefret ilişkisi. Ama ilk defa Ankara'dan burayı özleyerek dönüyorum. Şehirleri güzelleştiren insanlar, o insanların yaşadığı, yaşattığı mekanlar, anılar... Bir de bahar. İşte bu mevsimde İstanbul bir başka güzel galiba.


Sabahları erkenden Ada'yla sahile değil, hemen yanıbaşımızdaki parka gidiyoruz artık. Henüz tenhayken, çiçeklerle, kuşlarla, köpeklerle, ağaçlarla ve güzel insanlarla selamlaşıyoruz, konuşuyoruz. Sonra da oksijen bolluğundan -ne kadar bol olabilirse, sarhoşlaşmış bir şekilde eve dönüp harika bir uykuya dalıyoruz... desem de... Ada harika bir uyku çekiyor, ben de işlerimin başına kuruluyorum: O uyanana kadar okumak, yazmak, çizmek, projeleri şekillendirmek... Sonra bir bakıyorum, iki saat geçivermiş, kızım uyanmış, odasında şakımaya başlamış, meyva vakti gelmiş.

Şimdi meyva vakti.