Önce Sağlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Önce Sağlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Kasım 2009 Çarşamba

Aşı Oldum

En kötü karar kararsızlıktan iyidir demişler.
Oh be, rahatladım...

Bir tek üzüldüğüm; tüm silahlarımı kuşanıp, 'hazır ol'da sevimsiz mikrobu beklerken, boynumu büküp savaşı terk etmek oldu aslında. Başkumandan öyle dedi ama, n'apayım? Ben doktorlarıma güvenen bir hastayım... Vardır bir bildiği dedim ve noktayı koydum. Bu kadar...

Ama başkumandanımın dediği gibi ağrımadı, sızlamadı, ateşim çıkmadı, bitkin yatırmadı beni aşı. Bünyeden bünyeye değişiyor herhalde. Benim bünye maşallah dayanıklı olmayacak da kiminki olacak, değil mi ama? Bunu da atlattık, çok şükür.

Bu arada bir de ikinci doz almam gerektiği görüşü çıktı ortaya, onu bilemiyorum işte...

17 Kasım 2009 Salı

Yarın Saat 9'da Teslim

Acaip bir hırs bürüdü beni. Öyle inanıyorum ki iyi uyuyarak, iyi yiyerek, bol oksijen alıp, fiziksel aktivite yaparak bu işle savaşabileceğime; öyle inanıyorum ki tuzlu su ile gargara ve pansumanın bizi koruyacağına, uzun ve sık sık el yıkamanın virüsleri def edeceğine, sağlıklı beslenirsek, pozitif düşünürsek bu illetin bize uğramayı aklından bile geçirmeyeceğine. Öyle inanıyorum ki hepimizin bağışıklık sisteminin sağlam ve görevde olduğuna...

*

Of.

Ama bir şeye daha inanıyorum:
Bana "kesin ve hemen aşı olmam gerektiği"ni söyleyen doktoruma.

İşte o zaman işler karışıyor...

12 Temmuz 2009 Pazar

Bugün

Geçen sene bugün. Takibedenler hatirlayacaktır. Yeni okuyanlara ise biraz şifreli gelebilir. O zaman, bu da geçen sene 10 Temmuz.

Bir sene geçti. Devirdim yani bir seneyi.
...Of, ağlıyorum...

*

Bekarım bugün. Dün adada geçen uykusuz geceler sonucu 39 küsur ateşlenince şehre geldim, Sultan'la. Bugün onu da tekrar adaya yolladım. Yalnızım. Çoook uzun süredir ilk kez. Ağlamak da bir lüksmüş... Ağlıyorum. Oh. Biraz da burun çekeyim şöyle.

Psikolojide bir karşılığı var, okumuştum bir zaman. Belli dönemler yaşanmış duyguların siz fark etmeden aynı tarihlerde tekrar yaşanması -gibi bir şey. Yaşadığım o galiba. Geçen seneki ruh halimdeyim. Tam olarak değil ama... Neyse, bilmiyorum, diyecek bir şey bulamıyorum. Hisler... Yoğun hisler.

Sadece mutluyum galiba. Kızımın bir yaşını daha görebildiğim için. Bunun değeri büyük. Her günün değeri büyük. Hele o kapıyı birkaç kez çaldıysanız...

Geçen sene 14 Temmuz'da ikinci kalp ameliyatıma girmiştim. Bu sene ikinci solo resitalimi veriyor olacağım! Bir yıl içinde bir bebeği çocuk yaptım, ingilizce bir kitabı türkçe. Sesi kesilmiş güzel enstürmanımla tekrar barıştım, çok güzel aileler ve harika çocuklarla birlikte müzik yaptım.

Bu da ana fikirlerden biriydi. "O kapı"ya gidince insan, döndüğünde "işe yaramak" istiyor. Bu dünyaya bir şeyler vermek... Az da olsa verebildim galiba, en azından fazlasıyla çalıştım.

*

Ama bugün biraz yorgunum. Sanki pilim bitti. Biraz ateşli, biraz şiş bademcikliyim. 1000'lik antibiyotiklerle azıcık ayakta sayılırım. Biraz dinlenmem gerek. Dinlenmek için biraz durulunca da insan, düşünmeye başlıyor işte böyle. Sonra da başlıyor göz yaşları pıtır pıtır. Bazen hüzünden, bazen mutluluktan...

8 Mayıs 2009 Cuma

Deşmeyin

Tamam, tamam. Söylüyorum. İyiyim.

Ama ne aydı bu. Ah. Sormayın. Ayrıntıyı deşmeyin. Bir an, bir kelime, bir ses tonu, bir paragraf... Götürdü derinlere işte. Derin işlere. Başka şehirlere, buğulu düşüncelere. Nefesim düşmanım oldu, nefessizliğim savaşım. Sonuç mu? O önemli. Ve o İYİ.

Döndüm yani buralara, aklen ve fiziken. Ama hafızasızlık şimdi en iyisi. Anın peşine düşmek gerek yeniden. Anın ve anıların.

Habakalım...

29 Temmuz 2008 Salı

Hastane Günleri

Ve ameliyatın üzerinden iki haftadan fazla zaman geçti. Dün dikişler alındı. Büyük gündü yani. Bu iki hafta boyunca hergün hastaneye gitmeye ve kan vermeye devam ettim. Ne damar kaldı, ne kan. Boş boş enjeksiyon giriyor çıkıyor, şansım varsa ikinci üçüncü vuruşta bir damar(ımsı) bulabiliyorlar. Damarlar kaçar, saklanırlarmış. Vücut da yetti diyor anlaşılan. Üç gün ara veriyoruz ilk kez, perşembe yine hastane. Bir ilaç ayarlanıyor. Adettenmiş bu hikaye. Benimki biraz uzun sürüyor anlaşılan.

Tatlı konular konuşmak gerek. Çünkü var. Mesela hayat. Arada duraksayıp, yahu bir hafta önce şu şekildim diye düşününce veya küçüklüğümü filan hatırlayıp, Yapıncak ikinci kalp ameliyatını oldun diye kendi kendime konuşmaya başlayınca ciddiyeti kavrayıp vay be diyorum. Sonra da şükret de şükret, kıza bakıp, göz dolup, sessizleşip. Ne sıkıntı kalıyor, ne şikayet. Döndün ya, çok konuşma diyorsun kendi kendine.


Çok sorun da yok aslında. Bu işin sorunu uykusuzluk, sıkıntı, kılıç yutmuşluk, popo değişmezlik. Aynı pozisyonda insan kaç saat uyuyabilir ki? Amaa bu gece tam 6 saat uyumuşum. Neredeyse yeterli bir uyku demek. Mutluluğuma diyecek yok.


Ada'yla ilgili yazacaktım, kendi meselelerim öne çıktı yine. Madem öyle burdan devam edeyim. Ama içacıcı şeylerle. Vardı vardı. Hastane günlerimde içaçıcı anlar da vardı.





Melekler vardı mesela, pek kanatsız, pek mütevazı. Bu kadar mı iyi bakılabilir bir insana, hiç şikayetsiz, sakin, uykuyu unutmuşçasına.


Sanatsal düşünceler vardı. En baygın zamanlarımda bile hastanenin ilginç mekansal motifleriyle ve hastaların ve refakatçilerinin yarattığı garip fakat çok etkileyici figür motifleriyle heyecanlandım. Kafamdan her anın fotoğrafını çektim, desenini çiziktirdim. Sürekli aklıma, çektiği acılardan dolayı ve uzun hastane ziyaretlerinden dolayı Frida Kahlo, hasta haliyle full-otoportresiyle Neşe Erdok, hayatı ve ölümü cansız canlılar üzerinden dehşet şekilde sorgulayan çağın en zengin delisi Damien Hirst gelip durdu. Ordayken hep bir hastane portflio'su, çizimlerden yağlıboyalardan oluşan bir hastane günlüğü yapmanın hayalini kurdum. Şimdi düşünüyorum, bana heyecan veren şey, kimsenin bakmak istemediği bir şey olurdu. Bu resimler, çizimler ille de başka bakışları misafir etmek için mi yaratılır???


İstanbul. Kendi çırpınışalarımla yoğundan çıkmışım, yoğundakinden bin beterim, yarı baygın. Ankara'nın en sıcak günü. Hastanenin en sıcak odası. Birden serin bir rüzgar esiveriyor. Yo öldüğümü düşünmüyorum. Düşündüğüm. Ohhhh işte İstanbul, boğaz havası, ne güzel bir deniz kokusu. !!! Bu iki kez oldu. Eminim ki ne serinlik, ne boğaz kokusu vardı, bir Ankara'lı da İstanbul'u bu kadar özleyebiliyor demek ki. Hem de hasta yatağında.


Bu komik: Yine yoğundan çıktım, ama haşatım. Annemlere gülümseyebilmek için insanüstü enerji sarfediyorum. İyiyim ya, çıktım ya. Ama ne mümkün. Zaten ağzımdan bir kelime çıkması bile olay, çünkü nefes sıfır. Ve ne oluyor? Yapıncak şarkı söylemeye başlıyor. Music Together'ın Hello şarkısı, haha: "Hello, everybody, so glad to see you, hello everybody so glad to see you"


Bir de damat, kaynana ve olay kız bendeniz bir gece geçirmişliğimiz var, o da kayda değerdi. Sinirler gevşemiş, onlar benden yorgun, zaten olmayan resmiyet sınırları gevşemiş de gevşemiş, samimiyet sınırları tavan yapmış. Sürreal konuşmalar geçiyor aramızda, daha çok onların arasında. Kimse çenesini tutamıyor, ağızdan çıkanların komikliği anlatılmaz. Susun diyorum dikişlerim patlayacak, annem kırmızı suratla odayı terkedip dışarda gülüyor geliyor. Ben kendimi yoğunu hatırla, yoğunu hatırla diyerek sahneden kopartıyorum.


Pazarlık sonra. Hemşirelerle dost olduk. Çoğu anne, dertten anlıyorlar. Bebeğim bekliyor, ayarlayın bir şey diyorum, doktorların yanında beni bir övüşleri var, gözgöze gelip gülüyoruz. İşe yarıyor mu? Hayır. 5 gün kalmayı planlarken, on günde ancak çıkabiliyorum.


Şimdilik bu kadar, sabahın 5'i, belki biraz daha uyurum.

24 Temmuz 2008 Perşembe

Bir Kavuşma Hikayesi

Güzel kızım, minik bebeğim ne büyük bir kriz yaşadık değil mi? Merak ediyorum hafızanın bir yerlerinde kalacak mı o sahne? Kafa karışıklığın, hayal kırıklığın? Bilemedim. Seni Amerika'ya giderken yine bu kadar bir süre yalnız bırakıp döndüğümde, yan odaya gidip gelmişim gibi yapmıştın. Yine öyle olacak zannettim.

Derdim kendimleydi, seni kucaklayamamayı, hem de en az 3 ay kucağıma bile alamayacağımı düşündükçe çıldırıyordum. Şu kadar gün yok olup döndüğümde, hatta bir büyüüüük yolculuk yapıp ne kara düşünceler beynimi kemirip bir şekilde geri geldiğimde tek arzum seni yine içime içime almaktı. Kokunu yutmak, katman katman bacacıklarını kollarını sıkmak, burnunu göğsüme dayamak, bastırmak bastırmak... Olmayacağı baştan belli olduğu için kendimi soğukkanlılıkla eğittim. Sana dönmenin bile her şeyden büyük bir zafer olacağını söyledim kendime. Sürekli tekrarlayarak. Ki doğruydu. Dönmem demek, bir ömür -her ne kadar uzun veya kısaysa- yine seni uzun uzun kucaklayabilmem demekti. Sadece ilk bir kaç ay hariç.

Ben kendime acırken olanlarsa hepimizi şok etti. İlk geldiğim gün bir an gelmişti, hepimiz ağlıyorduk. Arabadan indim, bahçede büyükanneannenin kucağındaydın. Yavaş yavaş yaklaştınız, ben de size. Bir an gözgöze geldik. Yemin etmiştim, ağlamayacaktım, duygusallığı gizlemek en doğru olandı. Aksi olursa, dikişlerim patlayabilir, kalbim garip çırpınışlara girebilir, yine nefesim panik yaşayabilirdi ne de olsa. Senin için tüm bunlara dikkat etmem gerekiyordu.

Bakışlarımız kilitlendi ama bu başka bir şeydi. Sen -benim hareketli kuzum- taş kesilmiştin, gözlerini gözlerime kilitleyip, saniyeler boyu bana baktın. Sessiz, hareketsiz. Biraz da çatıkkaşlı. Deden sonrasında o an bana çok acıdığını, bir an önce bu durumun bitmesini beklediğini söyleyecekti. Her sabah seni uyandırdığım, senin de nerdeyse kahkahalarla bana karşılık verdiğin şekilde adını mırıldandım. Sonra beni tanıyasın diye daha da coşkuyla, daha yüksek sesle. Korkmuştum. Kızgındın galiba bana.

Ve minik kızım, can bebeğim... Ne oldu? Bir anda o donmuş sahne, bana doğru gelme çırpınışlarınla hareketleniverdi. Hem de nasıl? Bahçeyi çevreleyen boyum kadar bitkilerin üzerinden üzerime atlamak istiyordun, becersen uçarak hem de. Gülüyordun.

Sonrası ise tam bir kriz hali... Nerdeyse sen gelmek istedin, çırpınarak, ben kaçtım. Sen gözlerinden akan boncuk boncuk yaşlar, dehşet içinde açılmış hiç bir şeye anlam veremeyen, yine de hala benden medet uman, cevap bekleyen bakışlarınla çırpınmaya devam ettin. Bir ağlama, bir can acısı.

Benim kızım ağlamaz ki.

Allah'ım ne yapacağımı şaşırdım. Kabaca; sen karşımdaydın, belki de gerçekten çok özlediğin annenin kollarına atılmak istiyordun, bense seni reddediyordum. Hem de kelimenin tam manasıyla. Sakinleştiremedik hiç birimiz seni. Ben kaçtım. Kaçtım. Gözyaşları içinde.

O an karar verdim. Ne kadar acı da olsa, sana bir daha bunu yaşatmamak için bir süre seninle karşılaşmamaya. Yanımdaydın. Hatta sen bahçede oynarken, havuzda şıpırdarken, seni üst kattan izleyebilirdim. Sen uyurken, seni seyredebilirdim. Ama karpuz gibi kesilmiş kaburgalarım biraz kaynayınca ancak tekrar ortaya çıkmaya karar verdim. Yanyanayken seni reddettiğimde güveninin sarsılacağını, sevginin azalacağını, belki de acı çekeceğini, anlamlandıramayacağını düşündüm.

Öyle de yaptım. 4 gün boyunca, gitgide iyileşiyordum ama içimi de bir şeyler kemiriyordu. Yanlış yapmamak gerekiyordu. Daha ince bir konu olabilir mi? Bugün senin yanına bir şekilde çıkma planları yaparken buldum kendimi, sahneler üretiyordum, senaryolar. Bir uzmanın görüşüne de danışmak gerekirdi. Sadece içgüdüsel kararlar verilebilecek bir konu değildi sonuçta.

Konuştum. Çok mu faydalı oldu? Bilmem. Tatmin etti mi? Hayır. Hele adam lafına devam ederken şöyle bir cümle kurunca...: "Sonra yavaşça kafasını göğsünüze bastırıp kapakçığın sesini duymasını sağlarsınız." (!)

Minik kızım, Ada'cım; bir şekilde oldu. Sen nerde ben başka yerdeyim ya hep, yine öyleydik. Sen anneannenin kucağında gezintideydin, bense robotik vaziyette beyaz odada oturuyorum, kılıç yutmuşçasına dik. Ve antipatik. Telefon çaldı. Telefon beyaz odada. Ne olduysa o an oldu, annem seninle birlikte içeri girdi, senin gözler benim gözlere takıldı. Elimde olsa o an tilki çevikliğiyle kaçacağım, ama ameliyatın 10. gününde??? Herkes panik oldu. Durun dedim.

Ve konuşmaya başladık bebeğim. Bu sefer beni dinledin, hem de ne büyük dikkatle. Biraz yine meylettin, tuttular. Dur Ada'cığım dedim. Bak anne ufff oldu (en sevmediğim laf, bu şekilde kullanmak varmış, başka bir şekil zaten düşünülebilir mi?) Ben anlattım, sen dinledin. Yumuşak bir ifadeyle, hafif şaşkın ama sanki pek de mutlu. Kucağıma gelemeyeceğini ama işte şöyle şöyle birbirimizi seveceğimizi anlattım. Ve seni ne kadar sevdiğimi.

Sonrası.
Sonrası bir bayram havası.
Dokunmadan böyle mi kavuşulur? Dokunmadan böyle mi sevilir? O kahkahaların, vücudunu sevinçten kasıp kasıp gevşeyip çığlıklar atman. Karşılıklı cilveleşmek böyle mi güzel olabilir?

Canım kızım. Döndüm bebeğim. Her günümüz daha güzel olacak söz. Seni bağrıma basacağım gün de yakındır. Hem biliyorsun, kalbimden gelen her tik'te sana sarılacağım, her tak'ta hayata şükredeceğim ömrümün sonuna dek. Biliyorsun değil mi?

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Kalp ve Nefes

Küçük bir kalpti. Genç, güzel, alımlı. Herkese verecek sevgisi vardı. Alabildiği kadarını da içine alırdı. Çok çarptı, çok yoruldu. Gün geldi üzüntülerle tanıştı. Gün geldi, sıkıntılarla savaştı.

Yoruldu. Sevmedi kendini.

Dediler sana bir bakım gerek, alımına alım gerek. Düşündü, tamam dedi. Canını çok yakmışlardı ama onu süslemiş, bir de "her şeye iyi gelecek bir yüzük" takmışlardı. Hazırdı: Kızı oldu, adı Ada.

Gençleştiği için doğurabilmişti.
Doğurduğu için yaşlandı.

Kızı bir yaşına gelmeden çoook yorgun düştü. Karardı, sıkıldı, büyümeye başladı. Yeniden. Dediler gel yine seni süsleyelim, sana gençlik yakışır, sana güzellik yakışır. Hem bu sefer yüzüğünü alalım, sana tiktak bir saat takalım. Her tik'inde Ada'na sarıl, her tak'ında hayatına şükret. Dedi canım yine yanacak mı? Sustular. Anladı. Ama onlara o sefer de inanmıştı, yine inandı. Aynaya baktı ve geliyorum dedi.

***

Büyük bir nefesti. Tüm renklerde balonlar şişiren, denizin kokusunu derinliğinin en dibine çeken. Kısrak gibi koşan, dalgalar gibi coşan. Tazeydi, ferahtı. Ama bir gün geldi, titremeye başladı, sarardı, soldu. Yoruldu. Ne kokuları duyar oldu, ne iki kelime laf için kendini toplar oldu. Uykuları gitti. Yitti.

Dediler sana yorgunluk yakışmaz, bizim bildiğimiz nefes bakımsız dolaşmaz. Tamam dedi. İyi ki gitti. Sonrasında bir kızı oldu, adı Ada.

Gençleştiği için doğurabilmişti.
Doğurduğu için yaşlandı.

Dediler gel yine.
...


Hikaye bööyle devam etti. 4.5 yıl aradan sonra ikinci kalp ameliyatımı oldum. Kabullenerek, iyi olacağıma inanarak. Farklı düşüncelerle, fakat ilginçtir korkmadan.


Şu an yine alımlı ve güzel bir kalbim var. Ve çok değerli bir saatim (yeni kalp kapakçığım), ömrüm boyunca her tik'inde Adakızım'a sarılacağım, her tak'ında hayata şükredeceğim. Sonra o kayalar ardından zar zor, güç bela anca içime çekebildiğim nefesim, tekrar taze ve ferah.


... Daha değil, doğru; ama ameliyat iyi geçti ve düzelmem yakındır. Sadece delik deşik vücudum biraz yorgun şimdilik. Buralarda olacağım ama ne zaman tekrar yazacağım bilmiyorum.


Lütfen kalbinizin ve nefesinizin değerini bilin. Hepinizi çok seviyorum. Bana ne kadar moral verdiğinizi anlatamam. Her şey için teşekkürler.

12 Temmuz 2008 Cumartesi

Resim, Tat, Hayat

Tatsızlıklar olabilir hayatta ama güzel tatların değerini bilmek gerek. Güzel anların, güzel dostların değerini her şeyin üstünde tutmak.

O kadar büyük güç verdiniz ki bana. Göğsüm dik, başım dik gideceğim bugün hastaneye. Gönderdiğiniz enerjilerle, ettiğiniz dualarla daha çabuk dönmek için en azından bilin ki "görev başında olacağım". Teşekkür kelimesi o kadar az ki bu büyük destek için...

En büyük güç ama tahmin edersiniz ki, Adakızım'ın verdiği güç. Onun verdiği güç ile gidiyorum. Eşimin desteği ile (üç yıldır akciğer hırıltılarımı akşam ağır yemeğe, ya da türlü başka sebebe bağlayan eşimin desteğiyle!). Olsun... şimdi yanımda. Yetti, unuttum gitti.

Bu resimleri hazırlarken fark ettim ki, kısacık bir haftada bile ne güzel şeyler yaşamışım. Hem de lacivert, gri dediğim zor günlerde. Ne iyi yapmışım.

En güzel anların, en güzel fotoğraflarını seçmeye çalıştım. Bundan sonra çünkü ne Ada'nın peşinden koşup "anlar" yakalayabileceğim, ne de güzel "resim verebileceğim" bir süre.

Çirkinini de versem bir ömre bedel ya...

10 Temmuz 2008 Perşembe

Küpeler, Kolyeler

İki gün sonra, hastanede bilgisayar kullanma şansım olabilir mi bilmiyorum. İnternet erişimim olur mu? Şüpheli. İnternet yoksa tercümeme devam ederim, varsa iki haber ederim buraya, Adakız'ıma da bilmem kaçıncı mektubumu yazarım. Eh, bilgisayar hayatın parçası...

Hayatsa pazartesi bir süreliğine tatile girecek. Benim için. Kalbim "çalışmaya ara verecek". Bakım yaptıracak kendine. Yıkama, yağlama, masaj, aklınıza ne gelirse, sonra da takacaklar takıları, süsleyecekler orasını burasını, küpeler, kolyeler... İnşallah tıpır tıpır atmaya devam edecek tatil dönüşü.

İyiyim aslında.

Bazen ameliyatı unutacak kadar hatta -iki gün önce hastaneye gitmeyi unutacak kadar! Aslında en kötüsü plan yaparken kendini kötü hissetmek galiba. Yani kızın doğumgününü düşünürken boynunu büküvermek mesela. Ya da MT ile ilgili birkaç mail atmak gerekirken, yazıp yazıp yollayamamak bir türlü. Sonra...tatil programları konuşulduğunda iç çekmek bir şekil. Tercümeye devam ederken -inatla, şu gün bu bölüm de biter düşüncesini susturuvermek hızlı. Ada bugün yarın yürüyecek galiba der demez, gözlerin pusulanması. Yarın alıştırma külotlarına geçeriz diye verilen karar sonrası, coşkunun pısss...sönmesi.

Müjdemiz var bu arada: 24 hazirandan beri Ada'nın bezleri temiz. Çişi-kakayı tuvalete yapıyor.

İlk ameliyatımda geleceği düşünmemiştim hiç. Herkes plan yaptıkça ağızlarına tıkıyordum, şimdi zamanı değil diye. Bu sefer tuhaflık bende. Sürekli bir şeyler, yapılacaklar, yapılması gerekenler aklımda... Sanki açmayacaklar içimi, tutmayacaklar kalbimi. Of, bir an önce zaman gelsin istiyorum. Hayırlısıyla tabii. Ve ürküyorum ama çaktırmıyorum.

Bugün havuza gideceğiz, "tatil"den önce tatil yapmaya. Adakız'ımla yüzmeye. Gülmeye. Eğlenmeye. Öyle karar verdim.

6 Temmuz 2008 Pazar

Eşik Deşik

Tamam belki becerip toz pembe bakabiliyorum dünyaya da; dünya bazen aynı şekilde bakmıyor bana, n'apayım?

Hayat bu diyoruz. Hep pembe değil.
Bu aralar lacivert mesela bu tarafta, ultramarine blue ve hatta. Işıklıdır ya o, ışığı gitmesin hiç değilse, tek derdim. Yo, kızım hala pembe merak etmeyin, toz pembe, çingene pembesi, elma şeker pembesi... Kararan benim azıcık. Elif Şafak'ın "eşik" meselesi vardır ya, oralardayım, düşün dur. Geçen hafta öyle dedi doktorum zaten, "eşikteyiz". "Eşiktesin" tabii aslı, 'biz' deyince yumuşuyor ya biraz.

Dün Ankara'ya geldik. Fıkır fıkır bir uçak yolculuğu, indiğimizde yine bizimki Şeker Kız Candy. İnsanlar sohbet etrafta.
-Ankara'da mı oturuyorsunuz?
Yo hayır, İstanbul
-Aaa o zaman tatile geldiniz, ya da ziyarete
Yo hayır, ameliyat olmaya geldim de...

Nedense sesim içime kaçıyor gibi çıkıyor, boğazım düğümleniveriyor.

Biraz tatsız bu aralar hayat, ama ben iyiyim merak etmeyin.

Bakır

Ne yapmam gerek bilmiyorum.

O kadar çok şey beynimde. Olan biten tonla...
Elim gitmiyor, bilgisayarı bile açmıyorum.

An geliyor, yazmak istiyorum deli...
Mantık geliyor, sus daha iyi diyor.

Yer demir, gök bakır.

3 Haziran 2008 Salı

Kalpten Teşekkür

İyiyim. Verilen tonla ilaç olumlu etkisini gösteriyor. Bir de tabii baş ağrısı, göz kızarıklığı, sersemlik ve uyku gibi olumsuz etkilerini de. Anladığım "müşahade" altında tutulacağım. Düzenli aralıklarla hastane ziyareti. Hadi bakalım... Kötüsünden korkuyordum, şimdilik ertelendi gibi, en azından bir ay.

Arayan, yazan, sevgisini, desteğini gönderen herkese en en içten teşekkürlerimi yolluyorum. İyi ki varsınız...

30 Mayıs 2008 Cuma

Küs Kalp

Bugünse benim doktor günümdü. Hani dertlerim vardı ya.

Meğerse sorun kalbimdeymiş.

Ben ki onu ne kadar iyi tutarım, severim, okşarım, üzülmesin diye hayatımı diken üstünde yaşarım. Kötü şeyler görmeyeyim, duymamayım diye gözümü, kulağımı kapar; hayata pembe gözlükle bakarım.

Oysa hala üzgün. Derbeder. Kapakçığı bir tarafta, kulakçığı öbür tarafta. Yaygara da yaygara. Tepinip durur. Komşularına da rahat vermez. Ciğerlere kovalarla su atar. Ciğerler de benden alır hıncını, uyku uyutmaz, nefes aldırmaz.

Bilmiyor onlar da, kalbimi ne kadar iyi tuttuğumu.

Ben öyle diyorum ama kalbim bana hala küs...

23 Mayıs 2008 Cuma

Ekşi Yazı

Tatsızım, gece geç. Uyandım. Göğsümde bıçak gibi bir ağrı. Her nefes aldığımda saplanıyor, kötü saplanıyor hem de. Ben de küçücük nefesler alıyorum, bıçak çok acıtmasın diye.

Aslı: Alamıyorum.

Bir de hırıltı. Yanında bonus. Tanıdık sahne. Kaç kere beni uyutmayan, karşıya derdimin büyüklüğünü bir türlü iletemediğim, sözlü anlatımı imkansız; sözsüz görüntünün -bir şekilde (şaşarım)- şefkat (veya yardım) yerine eleştiriyi çağırdığı.

Doktorlar mı? Her şeyden şüphelenip, hiç bir şey diyemiyorlar. Dik duruyorum ya şimdi, yatar pozisyonda değilim; daha iyiyim. Yazdım ya derdimi, oh ferahladım, daha rahatım... Blog, internet günlüğü; her derde deva mısın sen?